Haluk İnanıcı
Mardin daha önce kısa sürelerle uğradığım, en az üç kere niyetlensem de çeşitli engeller nedeniyle gereken zamanı ayıramadığım bir şehirdi. Bu nedenle bu eksikliğin ayıbım olduğunu itiraf ederim. Geçmişinde çok kültürlülüğü barındıran kozmopolit şehirler beni her zaman çekmiştir. Antakya, İstanbul, Cordoba, Sevila, Malaga, Kudüs, Selanik, Yanya, Atina, Beyrut, Şam, Halep, Lizbon gibi… Tüm kültürleri insanlığın bütünleşmiş tek sesi olarak düşündüğümden, bu tek sesi yapılar içinde gezerken bir köşeye oturup duyduğumdan mıdır; yoksa kültürler birleşince mudejar gibi ortaya çıkan bütünleşik estetik formları güzelliğininden mi doğuyor bu çekim gücü bilmiyorum…
Kuzey Mezopomya’nın Fırat ve Dicle ile birlikte Anadolu platosuna doğru yükselen Elcezire (Kuzey Mezopotamya) bölgesinin doğal güzelliği ile Artukoğulları’nın izleri ve onlardan 6,7 asır öncesine ait Süryani kültürünün bakiye mirası bütünleşerek sarı taşlarla örülen Mardin esrarını oluşturuyor. Bunlara Ermeni, Arap, hatta Rum kültürlerini de eklemek gerekir.Akşamüzeri güneşin sarı ışıklarının Mardin’in sarı duvarların üzerinden ovaya doğru yayılan buğusu söylendiği gibi deniz görüntüsü yaratıyor. Bu nedenle Mezopotamya Denizi’ne Kıyısı Olan Şehir de denir ona. Ancak bu gidişimde Mardin’e yeni sıfatlar buldum.
Beş gün süren gezimden sonra Mardin-Nusaybin-Turabdin/Midyat üçgenine, Granada-Cordoba-Sevila üçgeninde olduğu gibi Güneydoğu Anadolu’nun Endülüs’ü unvanını uygun görüyorum…
Mardine “Kapılar Şehri” de denebilir. Kapadokya’da görmüştüm bu kadar kapı çeşitliliğini ve güzelliğini. Oradakilerde vurgu ahşap kapıların kendisineydi. Ancak Mardin’deki kapılarda, ahşap bölümü sarıp sarmalayan ve Süryani ustaları tarafından telkari gibi işlenmiş kapı çerçeveleri, mermer ve taş üzeri alçı nakışlar ön plana çıkıyor.
“Minareler Şehri” de denebilir Mardin’e. Kapılarda gördüğümüz taş işçiliği burada da gösteriyor yüksek estetiğini. Kendine özgü bir mimari oluşturuyor. Örneğin aynı bölgede yer alan Hatay minareleri daha Arabî olmasına rağmen buradakilere Süryani işçiliği, tarzı karışıyor. Minareler de telkari gibi işlenmiş…
“Sular Şehri” de diyebiliriz Mardin’e. Bu ismi Kuzey Mezopotamya’ya yayılmış ekinlerin yeşilliğinden, Fırat-Dicle sularıyla beslenmesinden, etrafta sular içindeki mesire yerlerinden dolayı değil; Şehrin yapıları içinde ve her mahallede yer alan su çeşmelerinden dolayı veriyorum Mardin’e. Evet medreselerin eyvanlarında, sokaklarda çeşme yataklarında basit bir su borusundan akan suların sesleri şehre canlılık veriyor. Çeşmeleri sürekli akması Mardin ruhunun devamına bir katkı sunuyor sanki. Sokak aralarındaki çeşmeler bakımsız olsa da… Bu nedenle sadece medrese çeşmelerinden bir iki örnek sunuyorum.
“Şehri Zafran” veya “Şehri Safran” da diyebiliriz Mardin’e. Safran otunun sarısı, ışığın sarısı, toz bulutlarının sarısı, taşının sarısı Mardin tepesinde buluşmuş. Hele o saati geldiğinde ışığın sarı taş duvarlarda oluşturduğu yansıma yok mu? Oturup da durmadan seyredesi geliyor insanın…
“Rehber Çocuklar Şehri” de Mardin’e mahsus bir isim olmalı. Nereyi gezerseniz gezin yanınıza bir ya da birkaç çocuk yaklaşıyor. Size ezberledikleriyle eşlik ediyor. Bazılarını hızlı konuşmasından ötürü anlamakta zorlanıyorsunuz. Ama öyle sevimliler ki! Yeni şeyler de öğreniyoruz onlardan. Örneğin, kapılardaki çift kulbun anlamını anlatıyor bir çocuk rehber: Kapı kulplarından biri kalın ses, diğeri ince ses çıkarırmış? Kadınlar ince ses çıkartanla kapıyı çalarlarmış, ev sahibi gelenin kadın olduğunu anlarmış. Kalın ses çıkaranından da gelenin erkek olduğunu… Deniyorum bir kapıdakini. Doğru söylüyormuş, biri ince ses çıkartıyor, diğeri kalın ses… Bir iki istisna hariç hepsi terbiyeliydi. Açıktan para talepleri de olmuyordu… Öyle güzeller ki! Bir belgeselde izlemiştim, abileri turistlere nezaketle davranma dersi veriyormuş.
“Fotoğraf Şehri” ismini ilave ediyorum Mardin’e. Fotoğraf çekmeyi sevip de Mardin’e gelmemiş olan varsa tedrisatını henüz tamamlamamıştır. Ben de 30 yıldır sürdürdüğüm fotoğraf eğitimimi bu gezide tamamlıyorum… Her köşe, her açı farklı anlarda farklı görüntüler, kareler sunuyor insana. Amatörlüğüm üzerine titremesem, bu gezide çektiğim yüzlerce fotoğraftan seçtiklerimle hemen bir sergi açabilirdim aslında… Öyle güzel kareler yakalayabildim ki… Haluk’un Gözüyle Mardin Sergisi… En güzelleri çocukların fotoğrafları. Tabii onları kişisel veri mevzuatı açısından yayımlayamıyorum.
Henüz erken olsa da gelecekte Mardin’e “Şiirler Şehri” de denecek muhtemelen. Yürürken kaldırım taşları üzerinde çeşitli şiir mısraları, özdeyişler dikkati çekiyor. Şiiri gündelik hayatın içine sokmak güzel bir düşünce. Mezopotamya kültür mozağinin Türk, Süryani, Kürt, Ermeni, Azeri, Rum, Fars, Arap, İbrani bileşenlerinin Mardin’de buluştuğu, şiirlerinin okunduğu kültür festivalleri neden yapılmasın!
Tüm bu isimlerin ötesinde, Mardin’e kimliğini ağırlıklı olarak Süryani ve Artuklu estetik bileşenlerinin verdiğini hemen söyleyebilirim. Birçok yapıda Ermeni ustalarının harcının da bulunduğunu atlamamak gerekiyor. Camilerin minareleri Süryani ustalar tarafından yapılırmış.
Ama daha da önemlisi, neredeyse tüm camiler önceki kiliseler üzerine inşa edilmiş. Minarelerin uygun yerlere sonradan ilave edilmiş olduğu hissinini vermesinden anlıyoruz bunu. Tabii eski kiliselerin çoğunda Güneş tapınaklarının, Sin tapınaklarının üzerine kurulduğunu söylemeye gerek yok. Bunlardan en az 3000 yıllık bir güneş tapınağı Deyrülzafaran Manastırı’nda ilk günkü gibi duruyor.
Bugün bir kaç bin kişi dışında, Süryani halkının artık bu bölgede yaşamaması, başlarına gelenler, Süryani patrikliğinin Suriye’ye taşınması meselesin başka bir yazının konusu. Ama şunu peşinen söylemesem olmaz; Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Mezopotamya halklarından Süryani kardeşlerimizin bugün ata memleketlerini terk etmek zorunda kalması ve bunu önleyememiş olmak herkesin hissetmesi gereken büyük bir tarihi ayıptır. Köyleri gezerken şahitlik ettiğimiz, büyük çoğunluğu Avrupa’da yaşayan Süryanilerin köyleriyle, ibadethaneleriyle bağlarını kopartmama çabaları; bazılarının ata yurdunda yaşayabilmek umuduyla sessizce geri dönüp eski köylerini, evlerini güzelleştirmeye çalışmaları, ölülerini Avrupa’dan köylerine getirip gömmeleri insanın yüreğini dağlıyor… Böyle durumlarda olayın vehametini anlamak için empati duygusu yetiyor bana.
Hatırlıyorum elbette, tarihin gaddarlığı sadece Süryanilere yönelik değil. Asurlulular, Akatlar, Babilliler, Persler, Selçuklular, Osmanlılar dönemlerinde Mezopotamya hakları sayısız göç ve tehcir işlemlerine muhatap olmuşlar. Ama bu düşünce hissettiklerime, topraklarından uzakta yaşayan Süryanilere, Ezidilere; kökleri bizlerden binlerce yıl önceye dayanan bu toprağın sahiplerinin derdine derman olamıyor elbette. Gezdiğimiz topraklar acının sarı tozlara dönüştüğü, havalarda uçuştuğu, gelip burnumuzun direğini sızlattığı topraklardır aynı zamanda.
Süryani kelimesinin anlamına gelince; Makedonyalılar Asur İmparatorluğu’na “Surya”, halkına da “Suroi” diyorlardı. Süryani ismi bu kelimeden, Suroyo veya Suraya’dan “Asurluların ülkesi” anlamında türediği düşünülüyor[1]. Süryânî vekāyinâmesine göre ise kelime bir kral ismi olan Suros’a atfediliyor[2].
Mardin Gezisine Başlarken
Mardin’i hızlı bir tur gezisinde iki-üç saat veya bir akşam yemek için konaklanacak güzel bir şehir olarak düşünenler yanılır. Bu tür uygarlık sentezini temsil eden şehirler gecelerinde, kuytu köşelerinde günün farklı ışıklarında gezilmesi elzem olan şehirler. Bu nedenle 2 günü çevre gezisi olmak üzere 5 gün ayırıyoruz Mardin’e. Yeni şehre hiç inmiyoruz. 5 gün boyunca girip çıktığımız her yerde “Başım gözüm üstüme” deyişi ile karşılaşmak hoşumuza gidiyor. Şehirde Arapça kullanımının fazlalığı beni şaşırtıyor. Yeni gelen Arap misafirlerimizden kaynaklanmıyor bu. Buranın sakinleri olan Türk vatandaşı Araplara ait konuşmalar doluyor kulağımıza. Süryanice de Arapçaya benziyor. Bazen ayırt etmekte zorlanıyoruz. Zaten Arami dil ailesine ait Süryanice, Arapça hatta İbranice kardeş diller değil mi? Yazıları da benziyor ve sağdan sola yazılıyor. Otele yerleşince hemen yakındaki güzel bir konakla başlıyoruz gezimize. Eski Mardin’in ana caddesi gezi yürüyüşü için bir güzergah aynı zamanda. Görülecek yapıların büyük çoğunluğu bu yolun sağ ve sol tarafından yer alıyor. Aşağıda Mardin içindeki önemli yerlerin yerini gösteren bir krokiyi sunuyorum. Dileyen krokiyi ekranda büyüterek izleyebilir ya da üzerindeki web adresinden orijinaline erişebilir. Ben bu yazımda yazıyı fazla uzatmamak için gezdiklerimiz, gördüklerimiz içinden bazılarına yer verebileceğim.
Şatana Ailesi Evi (Eski Postane)
19.yüzyılın sonunda Şatana ailesi tarafından Ermeni mimar Lolo’ye sipariş verilmiş olan taş konak daha kapıtan girerken insanı büyülüyor. Karşısında çay bahçeleri ve Şehidiye Cami bulunuyor. Bir ara PTT binası olarak da hizmet vermiş. Bugün Artuklu Üniversitesi bünyesinde bir Turizm Uygulama Oteli olarak faaliyet gösteriyor. Bazı odalarında misafir olduğu söyleniyor. Otel gibi kalınabiliyor anlaşılan.
Yolumuza doğu istikametinde devam ederken, karşımıza çıkan bir Abbara’nın içinden geçip yamacın dar sokaklarında tırmanıyoruz.
Abbaralar ve Eşekler
Abbara bu bölgede sokakların yapıların altından, içinden devamını sağlayan alt geçitler aslında. Bir zamanlar 100’ün üzerinde abbara varken bugün bu sayı 50 civarına düşmüş. Şehre güzel bir hava veriyor abbaralar. Her geçit gizemli bir kapı sanki.
Nereye açılacağını bilmeden içinden geçip yürümek ve her geçişte yeni yapılarla karşılaşmak insanı Orta Çağ atmosferine götürüyor. Araba geçemeyen, sadece atlara, eşeklere yol veren geçitler… Bu dar sokaklarda çöpler de ancak eşeklerle toplanabiliyormuş. Belediyenin kadrolu eşekleri, emeklilikleri anlatılıyor rehberler tarafından.
Ata binmek turistik hale getirilmiş. Bu sokaklarda sahibinin eşliğinde kiralanacak atlarla sokaklarda dolaşmak da mümkün. Sokaklarda işitilen nal sesleri eski zaman atmosferiyle de uyumlu. Bir an için zaman makinesinden geçmiş hissine kapılıyoruz.
Sabancı Müzesi
Dar sokaklarda yürüyüşümüze son vererek yeniden aşağıya ana caddeye doğru dönüyoruz. Karşımıza valilik konağı ve Sabancı Müzesi binaları çıkıyor. Eski büyük taş yapılar. Restore edilmişler. Sabancı ailesinin Mardin’e yaptığı büyük bir katkı… Hem taş yapının sade mimarisi hem içinde toparladığı etnolojik objeler tıpkı binanın serinliği gibi, kaybolan güzelliklere karşı bir direniş simgesi olarak yüreğine su serpiyor insanın.
Alt katta da güzel bir resim sergisi ile karşılaşıyoruz. 20. Yüzyılda sanat akımlarının gelişmesini anlatan panolarıyla ve örnekleriyle gezimize hoşluk katıyor.
Tespihçiler
Mardin’de tespih ticareti de dikkat çekici. Ulu Cami’ye giderken bir sokakta tezgah kurmuş satıcılar. O kadar güzeller ki, bir tane alıyorum. Yan tezgahta bazı kehribar tespihler için 800 dolar istiyorlar. Daha pahalısı da varmış…
Ulu Cami
Caddeden geriye dönüyoruz. Ana meydana doğru yürüyoruz. Hedefimiz, şehrin simgesi Ulu Cami… 1176 yılında Artuklu sultanı Kutbettin İlgazi tarafından yaptırılmış. Şehrin birçok kubbesi gibi dilimli şekilde yapılmış. İki minareli olarak yapıldığı ancak bunlardan birinin yıkıldığı belirtiliyor.
Minaresi önünde bütün gezginler fotoğraf çektiriyor. Minarenin tabanında, ortasında Arapça kufi yazılar yer alıyor. Caminin içine giriyorum. Küçüklüğü, basıklığı Alaaddin Keykubat’ın yarım asır sonra yaptırdığı Antalya Ulu Camisi’ni hatırlatıyor. Ancak Keykubat’ın camisinde kemer ayakları sütunlara oturduğu için görüntü biraz daha incelmiş, estetik bir görüntü kazanmış.
Çarşılar
Ulu Cami etrafındaki Kayseriye Pasajı, Revaklı Çarşı ve Bakırcılar Çarşısını arıyoruz.
Karşımıza çıkıveriyor zaten. İnsan bir gününü burada pasaj ve çarşılar içinde vaktin nasıl geçtiğini anlamadan geçirebilir. Eski ustalarla, mağaza sahipleriyle konuşuyoruz. Bize bilgi veriyorlar. Hepsi çok kibar, sempatik insanlar. Dükkanların güzelliğinden, çekiciliğinden gözlerimizi alamıyoruz.
Zinciriye Medresesi
Mardin şehrinin en görkemli yapılarından birisi de dilimli çift kubbesiyle Zinciriye Medresesi.
Sokak zemininden merdiverlerle taç kapısına çıkarken yamaca bir kartal yuvası gibi yerleşmiş medresenin büyüsü etkisini gösteriyor. Heyecanlanıyorum.
Bu medrese 1385 yılında Mardin’de hüküm süren son Artuklu Sultanı Melik Necmeddin İsa tarafından inşa ettirilmiş.Bu nedenle “Sultan İsa Medresesi” adı ile de anılıyor. Timur ve ordusuyla mücadele ederken Melik İsa’nin bir süre için bu medresede hapsedildiği söyleniyor. Klasik taç kapısı dikkat çekici güzellikte. Bir zamanlar İki kubbesi arasında, adını yapıya veren zincir bulunduğu rivayet ediliyor.
Kubbelerinin bu bölgeye özgü dilimli biçimi yapıya uzaklardan seyirlik bir güzellik veriyor. Kubbelerin yanına kadar çıkıyoruz. Mardin ve Mezopotamya ovası ayaklarımızın altında uzanıyor. Mardin’in en güzel görüntülerinden bir kısmına buradan erişmek mümkün. Müzeyi bize yanımızda biten rehber çocuk gezdiriyor.
Deniz’in dikkatini en çok, bir salonun taş duvarlarından birine telefonun ışığını yöneltince taşın şeffaflaşması çekiyor. Defalarca yapıyor, hatta telefon taştan şarj ediliyormuş gibi bir anlam çıkartarak eyleniyor.
Çörekçiler
Mardin’de en göz alıcı yerlerden biri de çörekçiler. Çarşıda yürürken karşımıza çıkıyor. Tarçınlı hurmalı, envai çeşit kurabiyeden nümuneler alıyoruz, sonra da çay içeceğimiz bir yer arıyoruz.
Çarşının içinde ikinci katta güzel bir kafe buluyoruz.
Mardin Müzesi
Cumhuriyet meydanına hakim bir taraça üzerinde üç katlı bir yapı olarak hemen dikkati çekiyor. 1895 yılında Antakya Patriği İgnatios Behnam Banni tarafından Süryani Katolik Patrikhanesi olarak yaptırılmıştır. Uzun süre dini amaçla hizmet vermiş.
Daha sonra askeri garnizon, siyasi parti merkezi, sağlık ocağı, polis karakolu gibi amaçlarla kullanılmış. Kültür Bakanlığı binayı Süryani Katolik Vakfı’ndan satın almış. Restorasyon yapılmış ve nihayet 2000 yılında Zinciriye Medresesi’nde bulunan müze buraya taşınmış. Şirin müzede paleolotik çağdan günümüze kadar birçok eser bulunuyor. Zinciriye Medresesi gibi hakim konumundan Mardin’e ve ovaya bakarken ayrılmak gelmiyor içimizden. Her köşesinden farklı fotoğraf kareleri fışkırıyor.
Olgunlaşma Enstitüsü
Mardin’in en güzel yapılarından birisi Olgunlaşma Enstitüsü. 1892 yılında rüştiye olarak inşa edilmiş, idadi olarak da görev yapmış bina estetik açısından ilgi çekici. Özellikle kapısı, yandaki ek binanın taç kapıdan esinlenerek yapılmış kapısı burayı gezginlerin fotoğraf merkezi haline getirmiş.
Kırklar Kilisesi (Mor Behnam)[3]
Kırklar Kilisesi Mardin Müzesi’nin biraz üzerinde kalıyor. Rivayete göre, Mardin Valisi Senharip iki çocuğundan Saro cüzzam hastalığına yakalanır. Abisi Behnam onu Mor Matoy’a götürür. Matoy Saro’yu iyileştirir. Behnam bunu babasına söyleyince, inanması zor ama rivayet böyle; bir Hıristiyan azizin çocuğunu iyileştirdiğinin duyulmasının itibarını sarsacağını düşünerek iki çocuğunu da öldürür. Vali bu kez kahrından hastalanır. Onu da Mor Matoy iyileştirir.
İşte mucize sonrası iyileşen Saro’un ve Behnam’ın ölmeden önce Hıristiyanlığa geçmeleri anısına, iki genç için 539 yılında bu kilise inşa edilir. 12. yüzyılda gelidiğinde Mardin’deki asıl Kırklar Kilisesi camiye (Şehidiye Camii) dönüştürülünce Mor Behnam Kilisesi, Kırklar Kilisesi olarak isim değişikliğine uğrar. Bugün de bu isimle anılmaktadır. Eski kilisede bulunan Kırk Şehit’e ait kemikler de buraya getirilir.
İlk Hıristiyan menkıbelerinden Kırklar’ın öyküsü ise Hıristiyanların zulme uğradığı döneme ait. 3. yüzyılda Roma imparatoru Hıristiyanlar üzerinde şiddet ve baskı uygulamaktaydı. Kapadokya’da Hıristiyanlığı benimseyen 40 asker, imparatora kaşı isyan edince tutuklanarak Sivas’a gönderilirler. Orada soğuktan donmak üzere olan bir gölete atılırlar. Donarak ölen askerler aziz olarak kabul edilir ve onlar için çeşitli yerlerde kiliseler inşa edilir. Bunlardan biri de Mardin’deki Kırklar Kilisesi’dir. İlk yerinden taşınarak, Mor Behnam Kilisesi’ne kendi adını verir.
Uçurtma Müzesi
Rüzgarlı bir tepenin yamacına kurulmuş Mardin’e yeni bir kimlik kazandırmış uçurtma müzesi. Müze aynı zamanda bir insanın varoluş savaşının da önemli bir simgesi. Deniz’in de görmesi gerekiyor. Sadece uçurtmaları değil, bir insanın hayallerini gerçekleştirme mücadelesini, Zahit Mungan’ı… Şansımız rast gidiyor. Zahit Mungan bizzat anlatıyor amacını, uçutmalarını. Mardin’in simgesi eşeklerin nasıl olup da bir uçurma hülyasının içine girdiğini heyecanla anlatıyor bize. Devamı belgesel de diyor. Bir odaya geçiyoruz, Cannes Festivali’nde ödül alan belgeselini izliyoruz[4]. Evet şehrin simgesi eşeki bir uçurtma haline getirerek, gökyüzünde uçurtmak, diğer uçurtmalarla yarıştıracak bir festival düzenlemek için yapılanlar gerçekten her okulda izletilmeli çocuklara.
Sonra çatıya çıkıyoruz. Zahit bildiklerimize benzemeyen bir uçurtmayı havalandırmaya çalışıyor. Ancak rüzgar yetersiz. Önce hayal ederek sonra hayalini gerçekleştirmek için bütün zorlukları gögüsleyerek başarmanın öykülerinden birine yazdırmış adını Zahit Mungan.
Kasımiye Medresesi
Eski şehrin birkaç kilometre dışında bir tepe üzerine türbesi ve camisi ile birlikte yerleşen medresinin inşası Artuklu döneminde başlanmış 15.yüzyılda Akkoyunlu döneminde tamamlanmış. Araba kiraladığımız ve çevre gezimize ayırdığımız ilk güne Kasımiye Medresesi’nden başlıyoruz.
İki katlı olarak inşa edilen ve tek bir avlu etrafında iki katlı olarak planlanan yapıda 23 medrese odası bulunuyor.
Medrese avlusunda bir eyvanın iç duvarında bir oluktan akan suyun yere değmesi ve küçük bir kanaldan havuza doğru akması, insanın doğumu, gençliği, olgunluğu ve ölümüne kadar olan safhayı simgelermiş. Rehber çocukların her çeşmeli eyvanda anlatmaya bayıldıkları bir hikaye. Suyun havuzdan toprağa aktarılması ise toprakta yeniden canlanmayı ifade edermiş. Dersliklerin alçak kapılarından girerken mecburen eğiliyoruz. Bu da hocanın önünde eğilmeyi, saygıyı hatırlamayı sağlarmış. Avludaki revaklı koridorların demir parmaklıklarının ardında sonsuza kadar uzanma hissi veren Mezopotamya ovasına bakıyoruz. Çıkarken yapının kervansaray kapısını andıran taç kapısını fotoğraflıyorum. Aslında daha büyük olması gereken taç kapısı, estetik olarak yapıyla uyum haline getirilmiş.
Mardin Sokaklarında Rasgele Yürümek
Hedefimiz Eski Mardin’e girişte bulunan Mor Efrem Manastırı’nı gezmek. Yürüyoruz, ancak ulaştığımızda kapalı olduğunu öğreniyoruz. Bizi seyreden 6 yaşlarında bir çocuk, bize bakmadan “Babam nerde, anahtarlar nerde, babam nerde!” diye durmadan söyleniyor. Çok sevimli. Ona dönüp babanı çağırır mısın? diyoruz. Koşuyor. Ama babası gelmiyor. Şansımıza küsüp yürümeye devam ediyoruz. Karşımıza “Mardin Sanat Merkezi” yazılı bir tabela çıkıyor. Burayı Büyük Şehir Belediyesininkiyle karıştırmamak gerekiyor.
İntagramda, https://www.instagram.com/mardinsanatmerkezi/ adresinden ulaşılabilir. Küçük taş yapının kapısından içeriye giriyoruz. Resimler değişik bir üslupla yapılmış. Sahibine soruyoruz, nasıl bir teknik bu? diye… Ziftle yapıyormuş resimlerini. İlk ben buldum diyor. Dünyada başka yapan olup olmadığını da bilmiyor. Bir dershane açmış burada Nurettin Çakmak bey, öğrencilerine bu tekniği öğretiyormuş. Başka sanatsal faaliyetler de yürütülüyor sanat merkezinde. Ancak ziftle yapılan resimler daha çok ilgimizi çekiyor.
Meğerse sanatçılar sokağında yürüyormuşuz. Biraz ileride güzel restore edilmiş bir yapı ile karşılaşıyoruz. Kapıdaki levhada Tamirevi yazıyor. Merakla içeriye yöneliyoruz. Bir mimar kadın karşılıyor bizi ve yapının öyküsünü giriş salonundaki maket üzerinde anlatıyor. Yine şaşırıyoruz. Eski bir Mardin evi restorasyonlarda yapılan yanlışları pratik olarak göstermek üzere restore edilmiş. Mimar hanım, yanlış yapılmış sıvaların kazınarak çıkarılması, Mardin yapılarının özel taş duvar geleneğinin sürdürülmesinin yanlış ve doğru örnekleri odalarda bize gösteriyor. Üst katta bir odası var evin. Bu oda kiraya veriliyormuş.
Ayrıca güneş ısıtmasının Mardin taş evlerine uygulanmasının, bir diğer deyişle modern olanla geleneğin bir araya gelmesinin da bir örneğini, maketteki ısıtma şemasının üzerinde gösteriyor bize mimar hanım. Fikre, uygulayanlara hayran kalıyoruz.
Mardin’e “Akıl” Girmiş
Eski Mardin bir Orta Çağ kasabası görünümünü hâlâ muhafaza ediyor. Bunu olumlu anlamda söylüyorum. Çünkü diğer Anadolu şehirlerinin çoğunda olduğu gibi Bağdadi yapı geleneğinin sürdüğü yerlerde, yangınlar neticesinde geçmişten bugüne kalabilenler çok az. Öte yandan Avrupa’nın Orta Çağ kasabalarında olduğu gibi eski şehri korumak ve onu turizme kazandırmak çok önemli. Bu güzel tarihi yapıların yaşaması için turizm gerekiyor… İnsanlar gerçek zenginliğin değerini ancak para kazanılıyorsa fark ediyorlar galiba.
Demek çirkinliklerin yıkılması, yok edilmesi, Mardin’in kültür mirasının ortaya çıkarılması arzusunu eyleme dökmüşler diyorum. Evet Mardin’e “akıl” girmiş. Bundan sonrası gelir. Yaklaşık bir milyon turist yerine niye 5-10 milyon turist gelmesin bölgeye. Bu konuyu Deyrülzafran Manastırında Metropolit Salima bey de söylüyor bize. Bu konuya manastırı gezimi anlatırken tekrar değineceğim.
Sanatçılar Sokağında Yürüyüşe Devam
Yürürken bir kiliseye raslıyoruz: Bir Ermeni kilisesi. Surp Hovsep Ermeni Kilisesi. Ama kapalı. Restore edilmiş, iyi görünüyor. Herşeyden önce, buradaki eski Ermeni cemaatinin varlığına işaret ediyor. Gerçi kilise 19.yüzyılda inşa edilmiş ama Mardinde 420 yılında bir Ermeni kilisesi olduğuna ilişkin kayıtlarlar ve kitabe bulguları var. Ayrıca çeşitli dönemlere ilişkin nüfus kayıtlarında Ermeni nüfusun Süryani nüfustan da fazla olduğunu görüyoruz. 1891 tarihli bir kayıtta; Mardin şehri Doğu Hristiyan Nüfus dağılımı şu şekilde gösteriliyor: Ermeni Gregoryan 4.330/Ermeni Katolik, 1. 200/Ermeni Protestan, 1.700/Keldani Katolik, 580/Süryani Katolik, 90/Süryani Yakubi 810[5].
Güzel bir fotoğraf çekmek için etrafında dönüyorum. Diktörtken bazilika sitilinde yapılmış. Biraz ileride bir sokak kahvehanesi var. Mırra’yı bir türlü sevemedim. Çok ağır geliyor bana. Ama sokaktaki küçük hasır oturaklarda çöküp bir şeyler içiyoruz. Küçük bir odadan ibaret kahvenin sahibi ile sohbet ediyoruz. Sevimli ve espirili bir Mardinli.
Cumhuriyet meydanına döneceğimiz anda süslenmiş iki atla karşılaşıyoruz. Atla dolaşmaya hazır değiliz… Ama fotoğraf için obje olmaya hazır biçimde poz veriyor atlar.
Sahaf Kebikeç
Listemizde olan ve Tülin’in de dikkatimizi çektiği Sahaf Kebikeç’i arıyoruz. Sözlükler Kebikeç’in kitapları haşerelerden koruyan bir melek veya çiçek olduğunu söylüyor. Gerçekten İstanbul’da bile nadir bulunabilecek türden bir sahafla karşılaşıyoruz. Aynı zamanda bir kafe, kitap okuma mekanı olarak düşünülmüş. Bahçesi ve kademeli arka yapısı sahafın yayıldığı alanı hayli büyütüyor, derinleştiriyor. Kitap aramak, okumak için çok güzel bir düzenleme yapılmış. Buranın yaratıcısı Ezgi hanımla tanışma imkanı bulamıyoruz. Kitaplar arasında biraz vakit geçirdikten sonra yolumuza devam ediyoruz. Bu kitapçının öyküsünü öğrenmek isteyen Ezgi hanımla yapılan röportajı okuyabilir[6].
Mort Şmuni Kilisesi[7]
Mardin’de bulunan ve 15 asırdır ayakta duran Mort Şmuni Kilisesi’ni arıyorum. Ana caddeden aşağı sokaklara salıyorum kendimi. Elimdeki konum bilgisine göre ulaşıyorum. Eskiden Mardin surlarının dışında kalırmış. Adını 2.yüzyılda yaşamış imanlı Şmuni’den alıyormuş. Rivayete göre putperest kıral Eliozor imanlı kişileri hapse atarak onlara işkence yapmaktadır. Kral Şmuni’ye domuz eti yemesini emreder. O yemez ve işkenceye rağmen ölümü tercih eder. Kral bu kez yedi çocuğuna domuz eti yemesini söyler. Onlar da emre uymazlar ve öldürülürler. Kilise Şmuni ve yedi çocuğu anısına yapılır.
Onarılmış bir kilise. Üstelik eski haline uygun olarak restore edilmiş. Üstteki sıvalar kazınmış, taşlar arasına eski yöntemle derzlre yapılmış. Kolonlar temizlenmiş. Sonradan ilave edilen tüm taşlar sökülerek orijinal Mardin taşı ile yeniden döşenmiş. Kilise kapalı. Ancak temizlik yapan kadınları ikna ederek içeri girmeyi ve fotoğraf çekmeyi başarıyorum. Yapının yaklaşık 1500 yaşında olduğunu öğrenmek beni heyecanlandırıyor. Kaç kişi adalet için, sağlık için, Tanrı’nın şehri kuşatanlardan koruması için dua etti bu mekanda? Nelere şahit oldu bu taşlar? Selahattin Eyyübi, Timur, İlhanlılar şehri kuşattığında aynı anda camilerde ve kiliselerde toplanan insanlar birbirine benzer kelimelerle Tanrı’dan bağışlanma, korunma talep etmemiş olabilir mi? Kimi caminin mihrabı kimi ise kilisenin apsisi önünde. İnsanların birbirini kucaklaması, farklı dinlerden bile olsalar müşterek tehlike karşısında aynı safta durmaları için ille ölüm veya ölüm korkusu mu gerekmeli? Neden yaşarken üstelik aynı Tanrı’ya inanırken birbirlerine adil ve merhametli davranmaz insanlar?
Yemek ve İçecek İşleri
Mardin yemek, çörek, içeçek açısından zengin bir yer. Damak zevki yönünden denenmesinde yarar olan, tespit edebildiğimiz ve bir kısmını deneme fırsatı bulduğumuz yerel yemekler:
- Kaburga dolması : Koyunun kaburga kemiğinden yapılıyor. Bulgur veya prinç pilavı ile servis ediliyor.
- Kibbe: İşkembe Dolması
- İrok: Mardin usulü içli köfte.
- İgbebet: Haşlanmış içli köfte (kızartılmadığı için daha hafif oluyor).
- Kihtel: Kibbe malzemesi ile yapılıyor. Farklı olarak yassı bir şekil verilip haşlanıyor.
- Alluciye: Bu bir yeşil erik yemeği. Erik, et ile beraber pişirilip pilav ile servis ediliyor.
- Lebeniye çorbası: Süzme yoğurt ile yapılıyor. Soğuk içilmesi öneriliyor.
- Soğan Kebabı: Soğan ve kıymayla yapılan bir yemek.
- Dobo: Kuzu kol ile hazırlanan bir et yemeği.
- Firkiye: Kuşbaşı kuzu eti ve çağla ile hazırlanan şehrin en ünlü yemeklerinden.
- Sembusek: Kapalı lahmacuna benzeyen bir çeşit hamur işi.
- Kiliçe: Mardin mutfağının önemli çöreklerinden
- İncasiye: Mardin’e özgü bir lezzet ola incasiye, et ve kuru siyah erikle hazırlanıyor. Osmanlı Saray Mutfağı’nın da yemeklerinden.
Tatlılarından Harire benim damak zevkime uygun değil. Ama denemeden de olmaz. Bir lokantada hafif sert kıvamda, tam sevdiğim gibi bir sütlaca rastlıyorum. Seviniyorum.
Mardin’de bu yemeklerin yenebileceği çok güzel lokantalar da var. İlk sıralarda Bağdadi, Cercis Murat Konağı, Leyli Muse Mutfağı sayılıyor. Leyli Muse’de bir müzik şöleni ile karşılaşıyoruz. Bir orkestra bize dört dilden müzik ziyafeti sunuyor. Leyli kelimesi gececi demekmiş. Yıllarca leyli meccani (parasız yatılı) okuyan biri olarak Leyli kelimesinin diğer anlamını öğrenmek bu lokantaya kısmetmiş. Sadece yatılı anlamını biliyormuşum. Biraz zorlayınca yatılı ve gececi kelimeleri arasındaki bağlantıyı kuruyorum elbette. İyi lokantaların fiyatlar İstanbul ayarına gelmiş… Turist sayısı artarsa gelecekte ne olur kestiremiyorum… Diğer lokantaları da anmadan geçmeyelim: Özyasemin Lahmacun, Yusuf Usta, Antik Sur Restaurant, Rido kebap, Ebrar, Kebapçı Rıdo, Doboo Restoran, Sultan Sofrası. Kafelere, seyirlik yerlere gelince: Taş Ev, Marangozlar Kahvesi, Seyr-i Mardin, Kültür Cafe, İzla Art Cafe, Leylan Cafe, Sadık Künefe.
Diğer Eski Eserler
Mardin’de 4. Yüzyıldan sonra yapılmış Hıristiyan kiliseleri yanında 11-14. Yüzyıl Artuklu ve Akkoyunlu dönemlerinden kalan çok sayıda cami ve yapı var. Bu camilerin bir kısmı eski kiliseler üzerinde kurulmuş. Hepsini anlatmaya tek tek yerimiz yetmez. Aslında gezmeye vakit bulamadıklarım da var. Onları sonraki gezime bıraktım. Bu yazımda sadece dikkatimi çeken bazı yapılardan bahsettim. Mardin’de bulunan eski yapıların tamamıyla ilgili bilgi almak isteyenler şu web sitelerine erişebilirler:
seldjukian.blogspot.com/search/label/Makaleler
www.suryanikadim.org/reyono/default.aspx?s=9&b=12
Biz Mardin’deki tüm eski eserlerin isimlerini saymakla yetinelim.
TARİHİ ÇARŞILAR
- Kayseriye Pasajı
- Revaklı Çarşı
- Bakırcılar Çarşısı
MANASTIRLAR
- Hammara Manastırı
- Deyrulzafaran Manastırı
KİLİSELER
- Mor Behnam (Kırklar) Kilisesi
- Meryemana Kilisesi Ve Patrikhanesi
- Mor Mihayel Kilisesi Ve Burç Manastırı
- Mor Petrus Ve Pavlus Kilisesi
- Mardin Protestan Kilisesi
- Mar Hırmız Keldani Kilisesi
- Mort Şmuni Kilisesi
CAMİLER
- Mardin Ulu Cami
- Şeyh Çabuk Cami
- Latifiye (Abdüllatif) Cami
- Melik Mahmut Cami
- Pamuk Cami
- Reyhaniye Cami
- Arap (Azap) Cami
- Hacı Ömer (Halife) Cami
- Şeyh Kasım Halveti Türbe ve Mescidi
- Eminüddin Külliyesi
- Şehidiye Cami ve Medresesi
- Cevat Paşa Cami
MEDRESELER
- Kasımiye Medresesi
- Zinciriye Medresesi
- Şehidiye Medresesi
- Şah Sultan Hatun Medresesi
- Melik Mansur Medresesi
- Altunboğa Medresesi
- Cihangir Bey Zaviyesi
- Hatuniye Medresesi (Sitti Radviyye Medresesi)
MÜZELER
- Mardin Müzesi
- Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi
- Meryem Ana Kilisesi Ve Patrikhanesi
Mardin Çevre Gezisi
Mardin yüzyıllarca kale şehir olarak sürdürmüş varlığını. Pers ve Roma imparatorlukları arasında bir sınır şehri. Persler ve Romalılar arasında sık sık el değiştirmiş. Şehir Artukoğullarından sonra Karakoyunlar ve Akkoyunlar’ın eline geçiyor. İlhanlıların, Timur’un saldırılarına uğruyor. Şehir Selahattin Eyyübi’ye direniyor ama Timur’a karşı koyamıyor.
Ancak girişte belirttiğim gibi bölgenin asıl dikkat çekici dönemi 4.-8. Yüzyıllar arasında yaşanıyor. İznik Konsili’ne (325) Katılan Mor Yakup’un önce Antakya’da sonra Nusaybin’de açtığı akademiler bölgeyi bir uygarlık merkezi haline getiriyor. Nusaybin (Nisibin) Akademisi bazı dönemler öğrenci sayısı 1000’e yaklaşan, özel hastahanesi olan ve tarihte kurulan ilk üniversite olarak gösteriliyor.
Antakya ve Nusaybin Akademileri aynı zamanda Nasturiliğin doğuğu ve İsa’nn tabiatı üzerine yapılan Düofizit-Monofizit tartışmaların merkezinde yer alan okullar. Mardin merkezine 3-4 km. mesafede ise Deyrülzafran Manastırı bulunuyor. İlk kuruluşu 5.yüzyıla kadar giden manastır, 1932 yılına kadar 640 yıl da Süryani Ortodoks patriklik ikametgahı olarak görev yapmış[8].
Bölgedeki birçok kilise UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’nde kayıtlı. Bölgenin tarihi özelliği nedeniyle Deyrülzafran Manastırı, Mor Gabriel Manastırı. Nusaybin Akademisi, Turabdin bölgesi, Midyat gezisi için ayırdığımız 2 günlük gezideki hislerimi bir başka yazıda paylayacağım.
© Haluk İnanıcı, Kısmen veya Tamamen Kopyalanamaz