KASTORİA

Kastoria ismini duyunca içim pır pır eder. Makedonya’nın bu kasabasının adıyla çocukluğumdan beri beraber yaşadım desem yeridir. Aile içinde Osmanlı dönemindeki adıyla Kesriye denirdi daha ziyade. Lakin ben kunduz (kastori) kelimesinden türeyen orijinal ismini tercih ediyorum. Kunduzlar ülkesi… Bu ismi sevmemde çocukluğumun çizgi roman karakterinin “Hay bin kunduz!”[i] repliğinin payı var mıdır bilmiyorum… Orada doğan dedem, ninemiz ve orayı büyüklerinden dinleyen teyzelerimizin dilinden düşmezdi. Şirin bir belde olduğunu, bir gölün kenarında bulunduğunu; Rum, Müslüman, Yahudilerin birlikte yaşadığını; kasabada bahçeli bir evimizin, yakındaki Rupişta’da bir çiftliğimiz olduğunu; Mavrahori’ye sıkça gidildiğini bilirdim. 

[i] Çizgi roman kahramanı Kaptan Swing’in ünlü repliği.

Share

19. yy. BAŞINDA  

O günlerden kalan bir kartpostal

BUGÜN

KASTORİA

Makedonya’yı Gezerken Hafızalardan Çıkmayacak Bir Uğrak[1]

Kastoria ismini duyunca içim pır pır eder. Makedonya’nın bu kasabasının adıyla çocukluğumdan beri beraber yaşadım desem yeridir. Aile içinde Osmanlı dönemindeki adıyla Kesriye denirdi daha ziyade. Lakin ben kunduz (kastori) kelimesinden türeyen orijinal ismini tercih ediyorum. Kunduzlar ülkesi… Bu ismi sevmemde çocukluğumun çizgi roman karakterinin “Hay bin kunduz!”[2] repliğinin payı var mıdır bilmiyorum… Orada doğan dedem, ninemiz ve orayı büyüklerinden dinleyen teyzelerimizin dilinden düşmezdi. Şirin bir belde olduğunu, bir gölün kenarında bulunduğunu; Rum, Müslüman, Yahudilerin birlikte yaşadığını; kasabada bahçeli bir evimizin, yakındaki Rupişta’da bir çiftliğimiz olduğunu; Mavrahori’ye sıkça gidildiğini bilirdim. Bir gün Makedonyalı Cevriye’nin (ninemiz) çocukları Mustafa ve Ali Rıza ile gölde balık tutmaya çıkmalarını dinliyorsak bir diğer gün yüzme bilmemesine rağmen göle düşen oğlu Ali Rıza’yı gözünü kırpmadan suya atlayıp kurtarmasını dinlerdik. En çok hayret ettiğimiz konu, Kurtuluş Savaşı sonrasında Anadolu’dan gelen Rumlarla aynı evi paylaşmak zorunda kalmalarıydı. Aynı evde aynı salonu araya perde çekerek müşterek kullanmalarına aklımız ermezdi. Mübadele esnasında döndükleri geminin güvertesinde eşyalarla etrafı çevreleyerek yaptıkları üstü açık odayı, ne olur olmaz diyerek yağ tenekesi içine sakladıkları kara gün akçesi altınları merakla dinlerdik kuzenlerimle birlikte. Daha ziyade altın kısmını… Çocuk aklımızla, uzun süren deniz yolculuğunu düşünerek “Yağmur yağdığında güvertede ne yapıyordunuz?” diye sorardık.

İşte o Kastoria’ya neredeyse iki-üç yıl arayla gider oldum. Hayat ve yol arkadaşım Reyhan da çok sevdi bu şirin beldeyi. Son gidişimizde küçük oğlum Deniz’i de götürdüm, gezdirdim. O da çok sevdi yöreyi. Bize satın aldırdığı tahta kılıç bir elinde, yediği mısır diğer elinde koşturup durdu sahilde üç gün boyunca.

Kurşunlu Cami ve Evimiz

İlk gezime epey hazırlık yapmıştım. Mübadillerin sitelerinden, internetten yaptığım araştırma ile 1900’lü yılların fotoğraflarını bulmuştum. Uzaktan onlarca cami gözüküyordu. O yıllara ait bir krokiden Rum, Yahudi, Müslüman mahallerinin sınırlarını tespit ettim. Eski mezarlığın yerini yerleştirdim hafızama. Sonraki gelişim için, 20. yüzyıl başındaki fotoğrafları, haritaları içeren kalın bir kitap alacaktım.[3]

Selanik’e uçakla indikten sonra bir araç kiraladık ve 2,5 saat sonra Kastoria’daydık. Kozani’den batıya doğru döndü otoban. Kozani, Kozan… Aslında Yunanistan’da neredeyse her bölgede bir Anadolu yerleşim yerinin ismine rastlıyorduk. Kimi önceden bu topraklara gelenlerin memleketleri kimi ise Mübadele’de bu bölgeye göçen Rumların geldikleri Anadolu yerleşim yerlerinin isimleri. Yeni Foça, Yeni Mudanya ve daha onlarcası…

Göle nazır otelimize yerleşir yerleşmez kendimizi hemen dışarı attık. Evvela 100 yıl önceki evimizi bulacaktım. Tabii bahçeli güzel ev yıkılalı yıllar olmuş. Daha önce buraları gezmiş olan, o dönemden komşumuzun torunundan bilgi almıştım.

Camiye çok yakınmış evimiz. Onlarınkinin yanındaymış. Bu durumda camiyi bulmak gerekiyordu önce. Reyhan’ın İngilizce Müslüman ibadethanesi diye sormaya kalktığı her seferinde anlamsız yüz ifadesiyle karşılaşıyorduk. Nihayet bir eczaneye girdiğimizde, benim ağzımdan “cami” kelimesi çıkınca kadın “camiii” diye gülerek tarif etti bize… Meğer Yunanlılar da “cami” diyormuş… Daha sonradan öğrenecektim, Yunancada “c” harfi olmadığı için “tzami” diye yazılıyormuş.

Yıkık dökük de olsa cami aynen duruyordu. Kendini kurtarabilmış tek cami…Oysa fotoğraflarından biliyorum “Camlı cami” gibi öyle güzel camiler varmış ki burada… Camiyi kerterizleyip evin yerini buluyorum. Eski çirkin beton binalar çıkıyor karşıma. Arka bahçeden küçücük bir parça kalmış. Bakımsız tabii. Kapıdan bakıyorum… Dedemin çocukken koşturduğu bahçe ve alanda olmak beni heyecanlandırıyor. Cuma namazına bu camide gidiyordu herhalde diye düşünüyorum. Gerçi ölene kadar her akşam rakısını içmişti ama çocukken bu sorumluluktan kaçamamıştı muhtemelen.

Eski Kastoria İdadisi

Sırada dedemin okuduğu idadi binasını aramak var. Aslını bulamayacağıma göre, eski fotoğraflarda kenarda duran ve üzerinde dar silindirik kubbe yükselen kiliseyi arayacağım. Tepeye doğru kavisler çizerek yürüyorum. Uzaktan eski kilise kubbesini görünce bağırıyorum: Buldum onu! Tam tepede açık bir alan. Kenarda eski kaleden kalan bir parça.

Gözümü sol tarafa kaydırıyorum Kastoria Lisesi’ni görüyorum. İdadi üzerine yeni lise binası inşa etmişler. “Ne güzel olurdu, idadinin o eski binasını muhafaza etselerdi ve bugün Rum lisesi olarak eğitime devam etseydi,” diye geçiriyorum, içimden. Oturup soluklanıyorum. Sonra bol bol fotoğraf çekiyorum.

Bu kez diğer yoldan aşağıya inmeye başlıyoruz. Yol kenarında karşıma erik ağaçları çıkıyor. Küçük sulu, sarı erikleri yiyorum, buraların geçmişini bana anlatsın diye. Yolu takip ederek aşağıya iniyoruz. Eski şehrin giriş kuleleri ve surlarından küçük parçalar kalmış.

Oradan sağ tarafa dönerek göle uzanan dilin diğer kenarına çıkıyoruz. Elimdeki fotoğraftan Camlı Cami’nin yerini tahminen buluyorum. Yerinde hiçbir şey yok. Dümdüz.  Dinle Lisa isimli romanımda, Makedonyalı Cevriye kocasının cenaze namazını bu camide kıldırmıştı.

19.yy sonu, Camlı Cami[5]

Suyun kenarındaki kafelerden birine oturup dinleniyoruz.

Yürüyerek dil şeklindeki yarımadanın diğer kenarına çıkıyoruz. Çok güzel bir sahil.  İlk defa karşılaştığım ve plava diye anılan kayıklarını görüyorum. Yol kenarında ördekler yürüyor, göldekiler ise sıra halinde yüzüyorlar. Sakin bir göl. Ayna gibi yansıtıyor ışığı, kenarındaki yapıları, bulutları. Kıyıdaki sazlarla, bitkilerle yeşile çalan rengi laciverte dönüyor sahilden açıldıkça.

Göl kıyısı yürüyenlerle cıvıl cıvıl. Kenarda boylu boyunca kafeler. Gençlerin ve yürüyüşe çıkanların canlılığı kaplamış her yeri. Manzaraya hâkim bir yere oturuyoruz. Daha sipariş vermeden soğuk su servisi yapıyorlar. Bayılıyorum bu güzel Rum adetine.

İlk günün yorgunluğu nedeniyle otelimize biraz erken dönüyoruz. Ertesi gün için dinlenmemiz gerekiyor.

Göle Uzanan Dilin Etrafında Binlerce Çınar Ağacı Arasından Yürümek

Kahvaltının ardından şehre iniyoruz. Arabamızı park ettikten sonra gölün kenarındaki yürüyüşümüze başlıyoruz. Yaklaşık bir kilometre sonra yerleşim yerlerini arkada bırakıp ağaçlar arasından yürümeye başlıyoruz.

Tek tük araç geçiyor. Zaten bir araçlık yol var. İnsanlar yürüyüşe çıkmış. Bisikletle geçenler de var. Böyle bir manzarayı tahayyül etmek çok zor. 7,5 kilometre boyunca dizilen binlerce çınar ağacı suyun üzerine eğilmiş. Sanki sudan çıkıp tepeye saplanıyormuş gibi yanılsama yaratıyorlar. Tepe yamacı yine çınar ağaçlarıyla kaplı. İki taraftan fışkıran ağaçlar gökyüzünde buluşuyorlar.

Esinti çıkıp da hışırtı seslerini işittiğimde birbirlerini kucaklayıp seviştikleri hissine kapılıyorum.

Panagia Mavriotissa Manastırı[6]

15 dakika kadar yürüdükten sonra bir manastır ve eski bir kiliseyle karşılaşıyoruz. Bu kilise 11.yüzyıldan kalma eski fresklerinden olsa gerek önem verilen bir kilise. Ziyaretçilerine bakarak misafirlerinin Balkanlar’dan gelen farklı milletlerden Ortodokslar olduğunu anlıyoruz.

Küçük bir kilise. Özel bir park yeri var. Turist arabaları için yapılmış. Anlıyoruz ki burası turistik gezi güzergâhlarında yer alıyor. Kenarda yine asırlık çınar ağaçları… Etrafları taşla çerçevelenerek koruma altına alınmışlar.

Yolumuza devam ediyoruz. Yine dar çınarlı yola giriyoruz. Bazı ağaçlar bu bölgenin Osmanlı tarafından ele geçirilmesini görecek kadar yaşlı. Sırtımızı ağaçlara dayayarak soluklanıyoruz. Elimi yaşlı gövdelerine yapıştırarak konuşuyorum onlarla.

Yürüyüşümüz bir buçuk saati buluyor. Dilin tamamını kat etmiş oluyoruz. Evler yeniden başlıyor. Burada koruma altına alınmış eski iki katlı Bağdadi bir ev görüyoruz. Kapısındaki plakette bir pansiyon olarak çalıştığı yazıyor. Yürüyüşümüz eskiden Camlı Camii’nin bulunduğu yerde sona eriyor. Enine kısa bir yürüyüşle yarımadanın diğer yakasına çıkıp arabamızı buluyoruz.

Eski Şehir

Öğle yemeğimizi güzel bir lokantada yiyeceğiz. Restore edilmiş 20.yüzyıl başından kalan Müslüman mahallesi içinde. Arabamızla girdiğimizde gerçekten çok şaşırıyoruz. Sanki Safranbolu sokaklarında dolaşıyormuş hissine kapılıyoruz.

Her taraf iki katlı cumbalı Bağdadi evlerle kaplı. Tepeye kadar uzanıyor. Bazılarının kapısında koruma altında olduğuna ilişkin levhalar var. Tam ortasında çok güzel bir çocuk parkı.Çocuklar koşturuyor. Yoruluncaya kadar girilmedik sokak bırakmıyoruz. Her evin kendine göre farklılıklarını keşfediyoruz. Bol bol fotoğraf çekiyorum. İlk defa bakan kişinin, tereddüt etmeksizin burası Tire, Göynük, Safranbolu diyebileceği görüntüler. Bu yapıların geçmişten bugüne kalabilmesi bir mucize. Bu mucize karşısında güzel bir yemek eşliğinde çipuro içme vaktinin geldiğini anlıyorum.

Eski mahallede epey zaman geçiriyoruz.

Ahmet Pasa Medresesi

Osmanlı’dan kalan ikinci bina ise Ahmet Paşa medresesi. Şehrin tam içinde. Onu da kolaylıkla buluyoruz. Etrafında tur atıyorum. Elimde eski fotoğraflarla yeni halini mukayese ediyorum. Kapısı kapalı, duvarları dışında kalan kısımları çok iyi durumda değil. En azından kendini bugünlere getirebilmiş diyorum.

Medresenin bir müze haline getirildiğini; Yahudi, Müslüman, Hıristiyan müşterek kültürüne ait objelerin, belgelerin, tüm yazılı kaynakların toplandığı bir araştırma merkezi haline dönüşmesini düşlüyorum. Mübadelede hem Anadolu’dan buraya gelip yerleşenlerin, hem de buralardan Anadolu’ya göç edenlere, başına gelenlere ait her şey. Ben de müzeye dedemden kalan arkası Osmanlıca yazılı bir iki eski fotoğrafı, onun nüfus kağıdını vereceğim o zaman… Yanlışlıkla silinmeseydi, Makedonyalı Cevriye’nin o günleri anlatan ses kasetini de verecektim…

Medresinin etrafında, sanıyorum şehrin giriş kapısının surlarının bir parçası var. Evlerin arasında kaldığı için tam göremiyorum.

Tekrar tepeye doğru çıkıyoruz. Bu kez sahile inmek için başka yollar arıyoruz. Her döndüğümüz köşede karşımıza pencerelerinden, balkonlarından rengarenk çiçekler sarkan güzel evler çıkıyor. Tertemiz, çiçeklerle bezenmiş.

Bizans Müzesi

Tepede okula yakın bir yerde bulunan Bizans Müzesi’ne uğramak istiyoruz. Kastoria’nın binlerce çınar ağacını barındırması gibi bir diğer özelliği de onlarca küçük kilisesi. Neredeyle 2-10 kişinin sığabileceği küçük tarihi kiliselerle dolu belde. Hıristiyanlığın bölgede nasıl yayıldığını gayet iyi gösteriyor bu küçük ibadethaneler. Bu nedenle olsa gerek Bizans Müzesi’nde daha ziyade eski dönemden kalan ikonlar ve dini simgeler dışında fazla bir şey yok.

Turizm Merkezi Kastoria

Kastoria’da temmuz ayı olmasına rağmen çok güzel bir esinti var. Fotoğraflardan kışının da çok güzel geçtiği anlaşılıyor. Müzede asırlık bir fotoğrafta donmuş gölün üzerinde insanların yürüdüğünü görüyorum.

Uzaklarda, Florina’ya doğru yükselen dağların kışın kayak merkezi olduğu yazıyor rehberlerde.

Kastoria gölüne yukarıdan bakan ve çam ağaçlarıyla kaplı dağa tırmanıyoruz arabamızla. Bu kez yanımızda oğlumuz Deniz de var. Onun şansına, tam ormanın içinden ilerlerken önümüzden zıplayarak bir ceylan geçiyor. Tepeye doğru hızla gözden kayboluyor. Deniz, “Baba Ceylan!” diye havalara zıplıyor. Göle uzanan Kastoria’ya bu kez biraz yüksekten bakıyoruz. Tabletime yüklediğim daha önce çekilmiş fotoğraflarla mukayese ediyorum. Eski siluet ile bugünkü arasında çok farlılık var tabii. Yerleşim orman sınırına kadar yayılmış. Arabamızın plakasına bakan meraklı gözler arasından dar sokakları geçerek tekrar aşağıya iniyoruz.

Göle uzanan dil turunu bu kez arabayla tamamlıyoruz.

Rupişta

Çiftliğimizin olduğu Rupişta’yı gelmeden önce araştırmıştım. Görmemelerine rağmen annemden, teyzelerimden duya duya öyle yer etmişti ki hafızamda bu kelime. Olmaması imkansız diye düşünüyordum. Sonra bir mübadil anısında gördüm kelimeyi. İçim rahatladı. Kelime uydurulmamıştı. 1913 tarihli haritada Argos Orestika’nın yanında Hrupista isimli bir yerleşim yeri gözükmesine rağmen güncel haritada bulunmuyordu. Ben de Argos Orestika’da eski haritayı baz alarak yerini tahmini olarak bulmaya çalışacaktım.

Argos Orestika çevresinde arabayla dolaşıyoruz. Küçük yerleşim yerinin etrafı hâlâ çiftliklerle çevrili. Reyhan benim Yunanca cümle kurmamı bekleyene kadar her zamanki rahatlığıyla beldenin en eski ve güzel lokantasını soruyor. Aldığımız cevap, 1896… Evet adı 1896. Hemen, dedemin arkadaşı Yorgo ile burada içki içtiğini kuruyorum zihnimde. Ben de aynı yerde Elliniki salata ve tiganito tiri (peynir kızartması) eşliğinde uzo içmeye karar veriyorum. Köşede iki katlı eski bir yapı arkada küçük bahçesi var. Genç bir kadın bizi gülerek karşılıyor. Bir masa daha var yemek yiyen. Hızla servis yapıyor; masamız ilaveten söylediğimiz patlıcan, kabak kızartmalar ve pidelerle doluyor bir anda. Uzomu yudum yudum içerken başlıyorum hayal kurmaya. Şaka değil, Mübadele’den 40 yıl önce kurulmuş, neredeyse 120 yıllık bir lokantadayım. Kafamda canlandırdığım sahneler ister istemez yazmakta olduğum “Dinle Lisa” romanımda, 50 yıl sonra yaşadığı Kastoria’yı ziyarete gelen ve Yorgo ile buluşan Sait Bey’in yaşadıkları olarak yer alacaktı…

İçimizden kalkmak gelmiyor. Keyiflendikçe keyifleniyoruz… Tıpkı uzonun boğazımdan ağır ağır süzülmesi gibi; hayaller, rüyalar, lezzetler iç içe geçiyor ve dimağımda iz bırakarak uzuyor, kalemimden yazı olarak dökülmek istiyor.

Akşam yine göl kenarında yürüyüş yapacağız, bir kafede oturup gölün durgun suyunda her gelişimizde olduğu gibi ya dedemin nezdinde canlanan hayallerimi-zi ya da bu topraklardaki güzellikleri dillendireceğiz Reyhan’la. Gezilen yerlerdeki güzellikleri ortaya çıkarma çabası, bunları konu alan derin ve güzel sohbetler olmasa tek başına gezinin, yemeğin ne anlamı var ki? Kastoria’da buna ilaveten bizleri yaratan sevginin geçmiş köklerini hissetme, çocuklarımıza aktarma çabası da var…

Mavrohori (Mavrovo)

Geçmişten aklımda kalan ikinci sihirli kelime ise Mavrohori. Ancak hangi bağlamda geçiyordu bu belde hatırlamakta zorlanıyorum… Kocasını genç yaşta kaybeden Cevriye nine buraya sık sık gidiyordu. Ama niçin. Burada da bir bahçemiz mi vardı? Yoksa bir şey almaya, satmaya mı gidiyordu? Bir Ege kasabasını andıran belde gölün karşı kıyısından Kastroia’ya bakıyordu.

İki katlı tüm evlerin balkonlarından, pencerelerinde rengarenk sardunyalar, çeşit çeşit çiçekler sarkıyordu. Sahil kısmına sapıyoruz. Elimizdeki rehberden seçtiğimiz göl kıyısındaki bir lokantada öğle yemeği için rezervasyon yaptırmıştık. Bir resim tablosundan fırlamış manzara ile karşılaşıyoruz. Sarı, yeşil tonlardan gökyüzüne ve göle doğru mavinin tonlarına açılıp saçılan bir görüntü. Su kıyısında plavalar. Bazılarında kıçtan takılan motor gözüme çarpıyor. Demek plavalara motor takmaya başlamışlar diye geçiriyorum içimden. Biraz sonra bir tanesini gölün üzerinde hızla geçerken görüyorum. Burnu havaya kalkıyor. Plavaya yakıştıramıyorum. O kürekle çekilecek bir kayık aslında… Ona motor takmayı, yüz yıl önceki görüntülerine ihanet sayıyorum.

Lokantada kimse yok. Meğerse rezervasyona gerek yokmuş! Güzel bir yemek yiyoruz.

Reyhan’na Mavrohori türküsünü anlatıyorum. Kuzey batıda bir mavrohori daha varmış. Türküye onlar sahip çıkıyormuş… Ben yine de Dinle Lisa isimli romanıma aldığım türkünün bir bölümünü okuyorum.

Mavrovadan aldım sümbül üç okka nohut

Al beni bre sar more sümbül yanında uyut

Gel yanıma gir canıma ayletme beni

Yedida sene mapısta yatsam alacam seni

Sıra tatlıya gelince garson sayıyor. Karpuzi, revani, baklavas… Tıpkı üstü açık bir araç şoförünün megafonla bağırdığı domates, patates kelimeleri gibi…  Böyle müşterek kullandığımız yaklaşık 5000 kelime 1300 deyim, atasözü varmış iki dilde[10]. Babam “na to kafa na to mermer” derdi hep. Yani bir şeyden anlamaz, taşkafa mealinde… Sonra Yunanca dersinde Na to kefari, na to mermari şeklindeki doğrusunu öğrenmiştim, “işte kafa, işte mermer” demek olduğunu… Bildiğimiz kefal balığının adının buradan (kefalos) geldiğini; kefali mandilo’nun da başörtüsü anlamına geldiğini. Mandili, mendil… Daha yüzlerce kelime var böyle müşterek.

Tatlıların ikisinden de birer parça istiyoruz. Revani fena değil. Baklavaya gelince biraz ayıp olmuş… Şerbetli hamur. Bilseydim onlara Gaziantep baklavası getirirdim diyorum Reyhan’a. Garson bize bakıp gülümsüyor.

Dönüş

Geri dönüş günü geldiğinde ayrılmak zor geliyor. Daha etrafını bile tam gezememişken. Son bir kez eski mahallenin önünden geçiyoruz.

Sanki evimden ayrılıyor da tekrar gelecekmişim gibi. Hedefimiz Yanya (İoannina). Orada 4 gün kalıp Reşadiye’ye (İgoumenitsa) kadar ineceğiz. Şehirden çıkarken mezarlık önünden geçiyorum. Elimdeki haritada, tam da burada bir Müslüman mezarlığı bulunduğu işaretlenmiş. Şimdinin Hıristiyan mezarlığı. Ailemin atalarından Türkiye’deki yaşayanların sayısından çok fazlası bu mezarlıkta toprağa karışmış. Arabayı kenara çekiyorum. Dalları duvar dışına taşmış selvi ağacının küçük bir dalını koparıp kokluyorum. İçime köklerime, hücrelerime kadar uzayan güzel bir koku yayılıyor.

Buradan bir saat mesafedeki Manastır’a (Bitola) oradan Prespa ve Ohri göllerine uzanmayı bir başka seyahate bırakıyoruz.

Temmuz 2017

ESKİ KASTORİA FOTOĞRAFLARI[11]

19. yüzyılın başında Kastoria
Türk müzisyenler 1890-1900
Ahmet Paşa Medresesi
Balıkçılar plavalarının başında
19. yüzyılın başında Kastoria

*Belirtilen fotoğraflar dışında, bugüne ait tüm fotoğraflar Haluk İnanıcı arşivinden alınmış olup tüm hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz.

[1] Merak edenler Kastoria konulu 1-3 dakikalık videoları izleyebilirler:

www.youtube.com/watch?v=TwD79wBzYNc

www.youtube.com/watch?v=jstqp2yMdh8

www.youtube.com/watch?v=FdHjdSdi094

vakit ayırmak isteyenler için;

www.youtube.com/watch?v=95HtDLgwEBk

[2] Çizgi roman kahramanı Kaptan Swing’in ünlü repliği.

[3] Panos Çolakis, İ Arhitektoniki Tis Palias Kastoiras , Epikendro Yayınları

[4] Çolakis, age., s.242

[5] Çolakis, age., s.199

[6] Bizans askeri komutanı George Palaiologos’un 1083’te saldıran Normanlar’ı sardığı yer üzerine inşa edilmiş bir manastır. İmparator Alexios I Komnenos’un olayı anmak için oradaki manastırı inşa ettiğine inanılıyor.

https://www.google.com/search?q=Panagia+Mavriotissa&oq=Panagia+Mavriotissa&aqs=chrome..69i57j0l5.1395j0j8&sourceid=chrome&ie=UTF-8

[7] Çolakis, age., s.101

[8] Çolakis,

[9] Haluk İnanıcı, Dinle Lisa, İletişim Yayınları, 2013

[10] Herkül Milas, Türkçe-Yunanca Ortak Kelimeler, Deyimler ve Atasözleri, İstos Yayınları, 2012

[11] http://www.eskiturkiye.net/arama/Kesriye ve Çolakis age. Fotoğrafların çeşitli web sitelerinde karşıma çıkması ve Çolakis’in kitabında yer alması aslında birçoğunun o dönemdeki karpostallardan temin edildiğini ve tüm kaynaklara oralardan aktarıldığını  düşünmeme neden oldu.