Havaalanına indikten sonra çok rahat bir yolculuk yaparak girdim şehre.
Kalacağım restore edilmiş eski Amasya evine yerleşmemle kendimi sokaklara vurmam bir oldu. Saat Kulesi, Amasya müzesi, ırmak kenarı, eski evler, köşkler derken kendimi bir açıklıkta buldum. Karşımdaki tepeden bana bakan kaya mezarlarından alamıyordum gözlerimi. Hitit mi? Pontus mu? Hangi döneme aittiler? Otele dönünce araştırırım diyerek seyre ve hayale devam ettim: “Kral cenaze korteji şehir merkezinden mezara doğru yönelmişti. Önce doğu yamacına tırmanmış ardından Batıya dönerek rampadan çıkmaya başlamıştı. Ön tarafta bir boru takımı cenaze marşı çalıyordu. Katırların çektiği cenaze arabasının iki yanında kralın muhafız birliği ikişerle kolda dizilmişlerdi. Arkada yeni kral olan oğlu ve annesi, aile, komutanlar, rahipler, saray görevlileri matem elbisesi içinde yürüyordu.
Oyulmuş kayaya gelince komutanlar kralın ahşap tabutunu arabadan omuzlarına aldılar. Tabutu taşıyanlar, kralın karısı, oğlu ve ailesi mezar odasına girdiler. Kortejin kalanı yolda bekliyor, rahipler kayanın önünde yüksek sesle dua ediyordu.” Onları gözden kaybettiğimde Yeşilırmak kenarındaki Yıldız Hamamı’nın tabelası çarptı gözüme.
Amasya’nın şaşaalı dönemlerinin sadece türevi olabilecek bir manzara vardı karşımda. Oysa bu ulu nehrin kenarından ne görkemli kaleler, ne muhteşem saraylar gelip geçmişti… Ben de, çaresizlik içinde müzede gördüğüm gravürü araziye tatbik etmekle yetindim.
Nehir kenarında uzanan şehir surları, orta kademe surları ve en tepede ise daha küçük sığınma surları. Romanımda Babailer şehri kuşattığında tam bulunduğum yerden ok yağdırmış olmalıydılar kaleye. Surlara daha sonra çıkacaktım. Hayallerimi bir kenara koyup yürümeye devam ettim. Romanımın geçtiği dönemden bir iz arıyordum. Uzaktan Selçuklu kümbeti görünümlü bir yapıyı görünce heyecanlandım.
Yaklaştım. Eski duvara tutturulmuş mermer üzerinde, 2.Gıyaseddin Keyhüsrev’in bir vezirinin ve kardeşinin yaptırdığı Burmalı Minare Cami ibaresi yazıyordu. Caminin son dönemde onarım gördüğü anlaşılıyordu. Sadece kümbet ve burmalı minarenin o dönemden kaldığına hükmettim. Roman kahramanım Taşbek Baba 1238 yılında Amasya’ya geldiğine ve yaklaşık iki yıl bu bölgede kaldığına göre, bu caminin inşaatını görmüş olmalıydı. Tıpkı onun gibi, yapının etrafında tur attım. Kümbetin temelindeki o dönemden kalan taş bloklarda gezdirdim elimi.
Belki İlyas Baba da, Taşbek Baba da benim yaptığımı yapmış; ellerini bu şekilde gezdirmişti, temel üzerinde.
Amasya, Osmanlı şehzadelerini misafir etmişti yıllarca. Ancak şehzadelerin kaldığı bir saray yoktu ortalarda. O dönemin büyük ahşap konaklarında kaldıklarına kanaat getirdim. Dolaşmaya devam ettim. Karşıma bir şifahane çıkınca hayret ettim. Romanımın geçtiği dönemden daha sonra, İlhanlılar döneminde inşa edilmişti. Ama, müzikle şifa bulma tarihi çok eskilere giden bir gelenekti. Bunu ilk Bergama’da, Asklepion’da görmüştüm. Taç kapıdan içeriye girdim.
Vakitlere göre, hastalıklara göre hangi musiki makamları derde derman oluyormuş okumaya daldım: Hüseyni makamı seher vakti, buselik makamı ikindi ile yatsı arası dinlenirmiş. Rast makamı felce, Zirefkend makamı sırt ağrısına iyi gelirmiş. Boğa burcunun makamı ırak makamı, başak burcunun makamı ise zengüle makamıymış.
Günüm yoğun geçmişti. Otelime döndüğümde Youtube’tan ırak makamı müzik dinlemeye karar vererek sahilde bir kafeye attım kendimi. Kahvemi, çifte kavrulmuş lokum eşliğinde kral mezarlarına bakarak yudum yudum içtim. Aklımda, şifahanenin bir duvar panosunda gördüğüm, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden alıntı yazı vardı. Sessizce onu tekrar etmeye başladım: “Merhum ve mağfur Bayezid Veli Vakıfnamesinde hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve defi sevda olmak üzere on adet hanende ve sazende gulam tahsis etmiştir ki, üçü hanende biri neyzen, biri kemani, biri müsikari, biri santuri, biri udi olup haftada üç kere gelerek hastalara ve delilere musiki faslı verirler…”
Arabaya binip otelime döndüm. Duş alıp dinlendim biraz. Akşamı Yeşilırmak kenarındaki bu otelde geçirecektim. Yemek vakti aşağıya indim. Güzel Amasya yemeklerinin tadına baktım. Sonra yeni düzenlendiği anlaşılan sahil yolunda yürüyüşe çıktım. Irmağın suyu azalmıştı. Bir yere oturdum. Yeni demlenmiş çayı yudumlarken, sayısı on bini aşan Babai’nin bu ırmak kenarında kurduğu çadırları canlandırdım hayalimde. Yüzlerce ateş öbeği kıvılcımlar saçıyordu etrafına. Yaşlılar, Baba İlyas’ın naaşı ile karşılaşınca yakmaya başladıkları türküleri, nefesleri, meselleri çocuklarına dillendiriyor olmalıydılar. Romanda, ateşlerden gökyüzüne yükselen alev yalımlarına kadar ayrıntılı hayal etmiştim her şeyi…
Geç vakit yatağıma uzandığımda, Aşkın Yedi Menzili’ndeki, Amasya sahnelerini hatırlamaya çalıştım. Taşbek Baba iki yıl kalmıştı bölgede. İlyas Baba, Kayseriyye kadılığından alındıktan sonra bu şehre otuz kilometre mesafedeki, bugün adı İlyas Köyü olan Çat Köyü’ne çekilmişti. Işığını buradan yayıyordu aleme. Onun müritleri batıya yönelerek bu ışığı elden ele, ocaktan ocağa, obadan obaya taşıyacaklardı. Pontuslu Thomas da onun ocağına sığınmıştı. Göz kapaklarımın ağırlaştığını hissettim.
Ertesi gün sabah erkenden kalktım. Tokat istikametine bir saatlik yolculuktan sonra Sivas yönüne dönerek Mahperi Hatun Kervansarayı’nı ziyaret edecektim. Yolu arabayla bir solukta alıverdim. Yol üzerinde aniden karşıma çıkan yapının restore edildiğini gördüm. Ancak işletmesi bir müstecire verilmiş. Henüz faaliyete geçmemiş.
Ara ki, adamı bulasın. Bulamadık tabii ki…İçimden de; “Eyvah! Kimbilir bu 800 yıllık yapıya ne yapmışlardır? diye geçiriyordum. Kubadabad Sarayı’nı ararken başıma gelenin bir benzeriyle burada karşılaşmıştım. İçine giremediğim yapının etrafını dolaştım, önünde durdum. Taç kapısını inceledim. Duvarlarına elimi sürdüm. Mahperi Hatun külliyenin açılışına gelmiş miydi? Gelmişse, sultan alayı Konya’dan buraya kaç günde gelmiş, kaç menzilde konaklamıştı? 1238 tarihini gördüm kapısında. Bu tarihte, Tebrizli Arif ve Mahperi Hatun birbirlerini henüz tanımıyorlardı. Bir yıl daha vardı tanışmalarına. Bir saat kadar oyalandım Kervansaray’ın etrafında. Tekrar geriye döndüm. Amasya’ya gelmeden önce Çat Köyü’ne kırdım direksiyonu. Baba İlyas’ın, bir zamanlar Diyarı Rum’un kutbu olan büyük arifin makamını ziyaret edecektim. Nihayet uzaktan gördüm türbeyi. Yaklaştım.
Binası ve sandukası tahmin ettiğim gibi çok sadeydi. Muhtemelen daha önce burada ahşap bir türbe vardı. İçimden, “Divitini iktidara kiraya verenlerin görkemli türbeleri seninki yanında kümes kalır,” dedim. 800 yıl önce Diyarı Rum’un bedbaht insanlarına, obalarına, ocaklarına ilaç olmuş, Kadim Doğu’nun ulu sesi önünde saygıyla eğildim. Dönemin ilim ve irfan merkezi, Herat, Merv, Belh, Tus, Rey, Yezd, Hoy ve daha nice şehirlerin çiçek kokularını; Alamut, Sehend kalelerinin rüzgârını içimde hissettim. Romanda naaşının, Harşena Kalesi’nden alındıktan sonra elden ele buraya getirilişini ve Baba İshak’ın onu defnederken son konuşmasını hatırladım. Kabri önünde diz çöküp ona romanımdan bahsettim. Pers ve Rum mavisi roman kapağını açarak, ona Taşbek Baba’ya yeni görevini tebliğ ederken yaptığı konuşmayı okudum. “Sürçü Lisan etmiş isem affola, bilesin ki niyetim halisaneydi,” dedim. Artık otelime huzur içinde dönebilirdim. Arabayı kullanırken Amasya yöresindeki babaların, dedelerin isimleri gözümün önünden hızla geçiyordu. İlginç olanlara rastladığımda yüksek sesle tekrar ediyordum: Ergonaş Baba, Ese Dede, Hodulca Baba, Avdan Dede, Alaflı Dede, Nuzla Dede, Tönge Dede, İmir Dede, Kurpos Baba… Bu kadar isim cümbüşü bu kadar dede baba başka hangi bölgede vardır acaba, diye soruyordum kendime.
Son günümü kaleye ayırmıştım. Harşena kuşatmasında, Babailerin taarruz ettikleri bölgeyi göz kararı tespit ettim. Sonra araba ile kalenin girişine gittim. İlyas Baba’nın naaşının sarkıtılarak sallandırıldığı kale burcunu romandaki tasvire göre aradım. Gözümü sırayla tüm burçlara çevirdim.
Kalenin şehre bakan yamacının ortasındaki burcu kestirdim gözüme. Buradan urgana bağlanarak sarkıtılmış olmalı, dedim kendi kendime. Başımı ırmağın ötesine kaydırdım. Şehrin taraçalanmış bir tepesi gözüküyordu karşıda. Hatta üzerinde bir tesis vardı. Baba İshak piri Baba ilyas’ı kurtarmaya gelip kaleyi kuşattığında, çadırını orada kurmuş olmalı, diye düşündüm. Aşkın Yedi Menzili isimli romanımda, Baba İshak burada asılmış, cesedi kalenin bu burcundan aşağıya sarkıtılmıştı.
Sonra bir taşa iliştim. Türkmen kale muhafızları kale kapısını açtıktan sonra, roman kahramanlarım Taşbek Baba ve Baba İshak’ın bir kılavuz eşliğinde koşarak, nefes nefese buraya doğru tırmandığını düşledim. Romanda, bu düzlüğe çıktıklarında, mücahitler tarafından burcun önünde yere bırakılmış naaşın önünde yere çöktükleri ve dövündükleri, Baba İshak’ın nedamet getirdiği sahneyi canlandırdım gözümde.
Onun gibi bağırıyor olmalıydım ki, yanımdan geçen iki turistin deli bu adam biçimindeki bakışlarıyla karşılaştım. “Sen ki, Kayseriyye’nin eski kadısısın. Sen ki, ilim ve irfanın zirvesine çıkmış da biz zavallı insanlara ‘kendi kaderinize sahip çıkın’ diye nida salarsın. Anlat bana İlyas Baba, kendini bizim için kurban seçmen gerekli miydi? Söylenmiştir ki, ömrünün son dönemini geçirdiğin Çat köyündeki dergâhında çobanlık yaptın. Batini düşüncenin dehlizlerine çekildiğinde elde ettiğin sırları tüm halifelerinle paylaştın, onları batıya gönderdin. Her biri ve müritleri yeni baba İlyaslar oldular. Tapduk Emre oldular, Abdal Musa oldular, Sarı Saltuk, Geyikli Baba, Resul Baba ve daha niceleri oldular. İnsanlar seni hep yanlarında hissettiler ki, her yerde onlarca Baba İlyas türbesi açtılar. Öldün ama her yerde kutbu oldun irfanın, tefekkürün. Türbelerin, talebelerinin dergâhları dolup taşarken birken bin oldun. Rumlar bile seni aziz bildi. Gün oldu, güneyde, gün oldu batıda çıktın hakikatin peşinde koşanların karşısına. Gün oldu Samotraki adasında Aziz Elias, gün oldu Diyarı Rum’da Hızır İlyas oldun.”
Susamış ve heyecanlanmıştım. Yanımdaki su şişesini dudaklarıma götürdüm. Bu kadar yeter dedim. Dar taş yola döndüğümde, kale Babailer tarafından ele geçirildiğinde Armağan Şah’ın kaçtığı en yukarıdaki burcu gördüm. Uzaktan bakmakla yetindim. Kendimi, “Zengin hayatları ile ölüm arasındaki ince sınırda yaşayan” hükümdar kulu komutanların, gulamların yerine koydum bir an. Titredim…
Belki de bu yüzden hep iktidardan uzak kaldın “Ey yazar!” dedim, kendime; herhangi bir kurumda iktidara yaklaştığında hep kaçtın bu yüzden… Romanda bile hiçbir karakter diğer karakter üzerinde iktidar kuramamıştı. Evet, bazılarının önceliği, ağırlığı vardı, lakin bu ağırlık bir tahakküm ilişkisi değil; ilim, irfan ilişkisiydi. Makam ve mertebeler marifete bağlıydı. İnsanlar kendi mertebelerini anlamaya çalışıyorlar, olgunlaşmak için menzilden menzile koşuyorlardı. Hakkı olanı bile talep etmiyorlardı. Hak edilen yolarkadaşları tarafından veriliyordu zaten. Romanda, marifet kapısından geçenler, arifan arasına katılıyordu. Arif, arifan ise kendi aralarında şekli hiyerarşiye değer vermiyor tam tersine birbirlerinin ellerini öpüyorlardı. Saygı akla, bilgiye ve hayatın sırlarına vakıf olmaya, ehliyete, çabaya, aşılan menzillere, olgunlaşmaya bağlı olarak gösteriliyordu. Hayıflandım kendi kendime ve sorular sordum durmadan: Tasavvufun, “En Yüce Varlık’la birleşmenin, onda yok olmanın” aslında Kadim Doğu’ya ait derin bir varoluş felsefesi içermesine rağmen, Varoluşçuluk Felsefesi’ne oranla yeteri kadar ilgi görmemesinin altında hangi nedenler yatıyordu?
Arabaya binerek son ziyaret yerime yöneldim. 2. Bayazıt Cami’ne gittim. Çok sade bir külliyeydi. Bahçesinde dev bir ağaç gördüm. Kaç asırlık olabilirdi bu ağaç. Ona da siz karar verin. “Ama kahramanlarım Amasya’ya geldiğinde burada en azından bir fidanı olmalıydı,” diye geçirdim içimden. Gölgesinde soluklanan insanların arasına katıldım bir süre. Sonra camiyi gezdim. Giriş kapasının iki yanındaki hareketli burma sütunları izledim. Bu külliyeden önce burada ne olabilirdi diye düşündüm. Romanda geçen, şehre girişte gelenleri kontrol eden, Selçuklu Devleti adına vergi alan asayiş karakolunu da buraya uygun buldum.
Sırt çantamdan çıkardığım suyu içtim. Üç günlük gezimi düşündüm, hayallerimin Amasya içinde yaşayan izlerini gözlerimle görmüştüm. Artık dönebilirdim.