SULTANAHMET MEYDANI

Share

Dört İmparatorluğun Başkent Meydanı *

Byzantion, Konstantinapolis, Konstantiniye, İstanbul, Dersaâdet

Dünya’da dört imparatorluğa başkentlik yapmış başka bir şehir var mıdır? İlki İmparator Büyük Konstantin’in 3301 yılında Roma İmparatorluğu’nun başkentini yeditepeli Roma’dan, yedi tepeli Kontantinapolis’e taşımasıyla gerçekleşmiş. Diğeri Teodosius’un, imparatorluğu 390 yılında ikiye oğlu arasında paylaştırıp Arkadius’u, ileride 19.yüzyılda Bizans olarak adlandırılacak (Doğu) Roma İmparatorluğu’nun başına geçirmesiyle. Son olarak da Fatih Sultan Mehmet’in fethiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olarak… 1204 yılında 4.Haçlı Seferi’nde İstanbul’u işgal ederek kurulan Latin İmparatorluğu’nu sayarsak dört ediyor ama onu hatırlamak istemiyorum… Tabii, Hipodrum-Sultanahmet Meydanı’nın şehrin efsanevi Byzas tarafından ilk kuruluşunda ortaya çıktığını da hatırlamak gerekiyor. Byzas MÖ.660 yılında, Atina- Mora yolunda giderken karşılaşılan Megara bölgesinden geliyordu. Yani şehrin ilk kuruluşu, Akhalarla birlikte Yunan uygarlığını kuran Dorlar tarafından bugünkü tarihi yarımada da gerçekleştirilmişti. Şehrin o zamanki adı Byzantion’du. İstanbul bu anlamda Roma’nın yanında Atina, Sparta, Megara gibi Yunan şehirleriyle de kardeş sayılır2.

Sultanahmet Meydanı dört imparatorluğun ana meydanı, hayat merkezi özelliğini, bugünkü İstanbul için de sürdürüyor. Meydanın kurulduğu antik dönemden daha da eskiye dayanan, 3500 yaşına ulaşmış eserleri de misafir ediyor. Kaç kere giderim yılda bilmiyorum. Kendime özgü bir periyodu vardır. O anı hissettiğimde bazen gece bazen de gündüz giderim meydana. Bazen de dostlarımı gezdiririm. O kadar çok anlatılacak şey vardır ki hakkında, bir gezide anlattıklarım diğerine uymaz. Gezi güzergâhları da farklıdır. Benim için zaman makinesi rolü oynar. Bu meydanın eşlik ettiği sevinçli, üzüntülü anları düşünürüm. Zamanda geriye yolculuk yapıp eserlerin yapıldığı dönemde gezinir, ustalarlarla konuşurum. Rivayetleri hatırlamaya çalışırım. Sultanahmet Meydanı’nda dolaşmak bir anlamda insanlık tarihinde dolaşmak gibidir. Özel olarak ise hafızamı canlı tutmanın aracıdır benim için.

Bu kez pandemi günleri yaşanırken akşamüzeri gidiyorum. Anıtlar üzerindeki parlament mavisinin, onun kaybolmaya başlayan gün ışığı içindeki dalgalanmalarının peşine düşecektim. Biraz geç kalmışım. Arabamı eski adliye otoparkına park ediyorum. Avukatlık mesleğine başladığımda neredeyse her gün duruşmaya girdiğim adliye binasını buraya inşa etmenin suç olduğunu düşünmüşümdür hep. Adliyenin arkasında İbrahim Paşa Sarayı’na bitişik eski kubbeli yapıları hatırlıyorum. Adliye arşiv olarak kullanıyordu o zamanlar. Adliye yıkılıp kazı alanı olarak ihya edilmeli aslında. En büyük korkum ise kullanılamaz haldeki binanın yıkılıp yerine yenisinin yapılması…

Hipodrom ve Sfendon

Eski adliye binasının yanından meydana çıkıyorum. İstanbul’u kendi adıyla başkent yapan Konstantin tarafından tamamlanmış hipodromun, ihtişamı bugün kalıntılarından bile hissedilen Roma’daki Circus Maximus’un örnek alınarak yapıldığı söylenir3. Hippodromos yani At Meydanı…

Circus Maximus, Roma

Bir zamanlar tribünlerin üzerinde açılır kapanır tenteler yaptıkları da rivayet olunur. Canlandırmak hayli zor. Başta Konstantin olmak üzere bir çok imparator, egemenlik timsali olarak, Akdeniz’e yayılmış imparatorluğun her yerinde bulunan çeşitli sanat abidelerini buraya Hipodrom’un spina’sı üzerine koymak üzere getirmiş. Bugün görebildiğimiz Örme Sütün, Yılanlı Sütun, Dikitaş’ın dışında birçok heykel ve anıt bulunurmuş. Soruyorum kendime, kaybolan Knidoslu Afrofit heykeli de burada mıydı yoksa? Bir kayıtta yazılı olduğu gibi İstanbul’a getirildiği söylenen, Atina’da Akropolis’in girişinde bulunan 9 metrelik Athena Promachos heykeli de spina üzerine konulmuş muydu acaba? Yoksa şehrin başka bir meydanına mı yerleştirilmişti?

Sfendon

Sağdan Sfendon’a (Hipodrom’un kemerli üç katlı batı bölümü) doğru yürüyorum. En uzak köşeyi arıyorum Sfendon’a bakmak için. Sütunlu galeriler ihtiva eden üç katlı yapıyı gözlerimin önünde canlandırmaya çalışıyorum. Bir zamanlar vahşi hayvanlar veya gladyatör odalarının bulunduğu zemin labirentleri keşfedilmek için arkeologları bekliyor.

Evet hangi mimari şahaser kan ve gözyaşı barındırmıyor içinde? Uygarlık denen insanlık evreleri nasıl da vahşet ve zalimliklerle iç içe… Bir yanda hayatın gelişmesi, zenginleşmesi diğer yanda savaşlar, katliamlar, ruhları ele geçiren acımasızlık… Çeşitli gerekçelerle insanlar katledilirken, vahşi eğlence konusu yapılırken, onların kanlarıyla yoğrulmuş görkemli yapılar çıkıyor ortaya.

Sfendon’u aydınlatmamışlar. Karanlık duruyor. Oysa aydınlatılsa ve önündeki otopark kaldırılsa bütün haşmetiyle ortaya çıkacak. Geriye, meydana doğru yürüyorum. Hava kararmaya başlıyor, ışıklandırmalarla meydan tüm büyüklüğünü ortaya koyuyor. Her yanı zaman tünelinin bir başka halkasına açılıyor.

Örme Sütun

Örme Sütun çıkıyor karşıma yeniden. Bir zamanlar üzeri prinç levhalar kaplıymış. Tepesinde bir küre bulunurmuş. Uzaktan bakıldığında cam gibi parlarmış. Her ne kadar VII.Konstantin (X.yüzyıl) zamanında yapıldığı düşünülse bile, yarış arabalarının dönüş noktasında yer aldığı için, daha önceden de burada bulunduğu ve sonradan onarım gördüğü düşünülür.

Bu sütunun fotoğrafını çekiyorum. Arkadasında bulnan uzun zamandır Marmara Üniversitesi’ne ait üniversite binası geceleyin daha dikkat çekici.

Yılanlı Sütun (Burmalı Sütun)

Zamanımıza erişmesi bir mucize olan Yılanlı Sütun meydanın en kıymetli anıtları arasında yer alır. Atina-Sparta ittifakının, Perslere karşı MÖ. 479 yılında kazandığı Paletea Savaşı’nın anısına, sarp yamaç üzerinde kurullan Delfi şehrinin Apollon Tapınağı’a dikilmiştir. Şu Sokrates’in en bilge kişi olduğunu söyleyen, her önemli olayda kendilerine başvurulan kahinlerin şehri Delfi’ye aittir anıt… Perslerin silahlarının veya kalkanlarının eritilmesiyle yapıldığı söylenir. Bir diğer deyişle 2500 yaşındaki bu anıt Paletea Savaşı’nın, Atinalıların, Spartalıların yadigârıdır. Antik Yunan halkının kendi ülkesini savunmak amacıyla kazandıkları, büyük ve haklı bir savaşın simgesidir. Hatta bir anlamda Doğu ve Batı uygarlıklarının savaşını olduğu kadar sentezini de temsil eder.

Boğumları üzerinde bu ittifaka katılan 31 site devletinin adlarından bazıları silik de olsa okunabiliyormuş. Üç piton yılanının birbirine dolanarak yukarıda açıldığı yerde başları bulunur, üzerinde de bir kazan yer alırmış. Kazanın altın olduğu ve içinden su aktığı söylenir. Bugün kenarda bulunan çeşmelerin varlığı da buradaki su sistemini doğrulamaktadır. Yılan başlarından birini İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde görme imkanımız var. Diğer iki yılan başı kayıp.

Dikilitaş

Yılanlı Sütun’un hemen yanındaki, meydanın en yaşlı anıtı 3500 yaşındaki Dikilitaş’a yöneliyorum. Karanlıkta aydınlatılmasıyla başka bir kimliğe bürünmüş sanki. Aşağıdan baktığımda gökyüzüne saplanmış bir mızrak gibi yükseliyor. Mısır’da Karnak Tapınağı önünde duran iki dikilitaştan birisiymiş. III. Tutmosis anısına dikilmiş. Üzerinde firavunun başarılarının anlatıldığı hiyeroglif yazıları bulunuyor. Kaidesi de ilginç.

Bir yüzünde Roma İmparatoru Teodosius ileride ikiye böleceği imparatorluğun başlarına geçireceği iki çocuğuyla birlikte kathisma’da (imparator seyir locası) betimlenmiş. Kaidenin iki tarafında biri Yunanca diğeri Latince iki yazıt bulunuyor. Sütunun Vali Proklos tarafından 30/32 günde ayağa dikildiği anlatılıyormuş. Bu anıt başlıbaşına hayret vesilesi. MÖ.15. asırda yaşamış bir firavunun kendi başarılarını anlattığı dikilitaşın altında, Roma İmparatorluğu’nu ikiye ayıracak, Tutmosis’ten 20 asır sonra yaşayan bir imparatorun yaptırdığı sütun kaidesi bulunuyor. Ve bu Roma imparatorundan 15 asır sonra da ben iki tarihi yapıyı üst üste seyrediyorum… Zaman makinesi içinde fır dönüyorum…

III.Tutmosis’le tarihin labirentlerinde saklanmış bir ilişkimiz daha var. Amin veya amen kelimesinin kökeni, bu firavunun torununun torunu Firavun Akhenaton’un kurduğu tek tanrılı ilk dine kadar gidiyor. Eğer daha önce de başkaları bu kelimeleri kullanmadıysa… Bu sütunun geldiği yerde bulunan Karnak Tapınağında da 3500 yıl önce dualar Amin diye bitiyordu, şu anda sütunun arkasında bulunan camideki dualar da… Akhenaton, aton dininin hizmetkarı anlamını taşıyor. Biz Akhenaton’u değil ama ünlü büstü nedeniyle eşi Kraliçe Nefertiti ile lahitinden ötürü oğlu Firavun Tutankamon’u tanırız.

Akhenaton’un ölümünün ardından, Mısırlı rahipler tarafından yok edilen bu tek tanrılı din ile üç semavi dinin ilişkisine, geziyi fazla dağıtmamak için girmiyorum. Bir dikilitaş insanı nerelere kadar sürüklüyormuş?

Kathisma (İmparator Seyir Locası)

Alman Çeşmesi’ne doğru uzayan bugün boş alanda yürüyorum. Kathisma, güney trübününün ortasında bulunduğuna göre ona yakın bir yerdeyim. Kathisma’dan Büyük Saray’a geçen özel bir yol bulunurmuş. Şimdi yerinde Sultanahmet Camisi bulunuyor. Eski dönemden kalan mermer bir trübün koltuğunun bahçesinde olduğu söylenirdi ama onu bir türlü bulamamıştım. Seyir sıraları caminin temeli olmuş herhalde. Kathisma’nın karşısına bakıyorum. İbrahim Paşa Sarayı bulunuyor.

Taştan yapıldığı için Osmanlı’dan kalan en eski sivil yapılardan biri. O da seyir sıralarının üzerine kurulmuş. Hani şu Kanuni Sultan Süleyman’ın kayınbiraderi, önce makbul sonra maktul olan İbrahim Paşa… Hani Kanuni Sultan Süleyman’ın, sehzadelerin sünneti için düzenlenen ve İbrahim Paşa’nın sarayından seyrettiği At Meydanı şenliklerinden memnun bir halde, sorduğu soruya o meşhur cevabı veren İbrahim Paşa. “Söyle bakalım İbrahim Paşa, senin kızkardeşimle evlenme düğünün mü, oğullarımın düğünü mü daha güzeldir?” diye soran padişaha, “Sultanım benim düğünüm gibi bir dügün şimdiye kadar olmamış ve olmayacaktır?” diyen; hiddetle neden diye sorulması üzerine “Sizin düğününüzde benim düğünümdeki kadar önemli, büyük bir misafir yoktur; benim düğümümde cihanın en büyük padişahı misafirimdi” diye gülümsetici bir cevap vererek padişahı rahatlatan Pargalı İbrahim Paşa…

Bu konuşmanın binanın kenarında gördüğümüz balkonda cereyan ettiğini düşünmek hoşuma gidiyor. Hammer’in kitabında Kağıthane’deki yarışlardan sonra gerçekleştiği söylense bile4

Pargalı İbrahim Paşa, aşırı güç ve kuvvetin insanı yok edebileceğinin en güzel örneklerinden biri… Yapı bugün İslam Eserleri Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor.

Ayasofya’nın Şahit Olduğu Olaylar.

1500 yıldır bu meydanı bir kartal gibi gözleyen Ayasofya’nın gördüklerini anlatmak için keşke dili olsaydı diye geçiriyorum aklımdan. Belki bir gün bir roman yazılır veya böyle bir film yapılır. Tıpkı Drina Köprüsü romanında anlatıldığı gibi…

Çalınan Quadriga

II.Wilhelm tarafından İstanbul gezisi anısına yaptırılan Kayzer Wilhelm Çeşmesi’ne doğru yürüyüşüme devam ediyorum. Bir zamanlar bu çeşmenin arkasında Carceres yani Hipodrom’un anıtsal giriş kapısı yer alırmış. İçinde beş küçük kapı bulunduğu düşünülüyor. Yarış arabaları bu kapılardan çıkarmış. Carceres’in üzerinde ünlü quadriga (dört atın çektiği araba) yer alırmış5. Sakız Adası’ndan İstanbul’a İmparator 2.Theodosius döneminde

San Marco Basilikası, Venedik

San Marco Basilikası, Venedik

getirilmiş. Hani şu atları, Venedik San Marco Meydanı’ndaki kilisede saklanan araba… Quadriga, Napolyon tarafından buradan Paris’e götürülmüş ve 18 yıl süre ile Champs Elysées’de kalmış, sonra da Venedik’e iade edilmiş.

Quadriga da Hıristiyanlık dininden nasibini almış. 4 at 4 İncil yazarını, araba da Hıristiyanlık dinini temsil edermiş. Tanrı’nın arabası Quadriga’nın sürücüsü ise İsa olarak yorumlanırmış6. Bu araba örnek alınarak yapılan bir yakın çağ uygulaması için Berlin, Bradenburg Kapısı üzerindeki quadriga’ya bakılabilir7.

Bu atların Venedik’te bulunması, 4.Haçlı Seferi’nde İstanbul’da kurulan Latin İmparatorluğu’nun talancı, yağmacı yönünü açıkça gösteriyor. Sadece bu eser mi talan edildi? Muhtemelen yakılan büyük kütüphanelerinden kalanlar da bugün başta Vatikan olmak üzere bir çok yerde bulunuyor. Bu vahşi olaylardan dolayı en çok acıyı Ayasofya çekmiş olmalı. Muhtemelen Ortodoks haçının sökülerek yerine Latin haçının takılması esnasında ya da bu yağmanın en büyük sorumlularından Venedik Doç’u Enrico Dandolo’nun naşının Ayasofya’nın ikinci katına gömülmesinde çekmiştir büyük ızdırabı.

Nika İsyanı

Hipodrom’un ortasında, cereyan eden hadiselerin bazıları film gibi akıyor gözümün önünden. İlki 532 yılında Hipodrom’da çıkan Nika Ayaklanması. Önce Yeşillerin isyanı, ardından Mavilerin onlara katılması ile başlayan olaylar iki gün devam eder. Çıkan yangında Ayasofya dahil İstanbul’un dörte biri tahrip olur.

İmparator Justinianus, tam kaçmak üzereyken, karısı Teodora’nın yaptığı ünlü konuşmada; “… Ey imparator! Kaçarak kurtulmak istiyorsan bu kolay… Ama sarayından ayrıldığın zaman hayatını da yitirmiş olacaksın.8 diye ikazı üzerine fikir değiştirir. Verdiği emir üzerine ünlü komutanı Belisarius, kapıları kapatıp yeni imparator adayını Hipodrom’da bekleyen 30.000 kişiyi öldürerek büyük bir katliam gerçekleştirecektir. O gün bu meydan mahşere ev sahipliği yapmıştı. Binlerce askerin silahsız insanları öldürmesiyle zemin toprağı kanla yoğrulmuştu. Ayasofya binlerce insanın canhıraş seslerine tanıklık etti o gün ama elinden bir şey gelmiyordu…

Ayasofya’nın tanıklık ettiği ikinci felaket, Hıristiyanlık da tıpkı İslam Dini’nde olduğu gibi, İncil’de yer alan olayların çeşitli görsellerle, ikonlarla, heykellerle ifadesinin yasaklayınca, yani ikonoklast döneminde ortaya çıkar. (8. ve 9.yüzyıllar) Bu dönemde mozaikler, freskler, heykeller tahrip edilmiş neredeyse önceki dönemden bir iz kalmamıştır. Muhtemelen spina üzerindeki heykeller de bu dönemde nasibini almış olmalıdır.

Ayasofya’nın tanıklık ettiği en büyük yıkım ise 1204 yılında 4.Haçlı Savaşı esnasında, hedefin değiştirilerek Konstantinopolis’in işgal ve talan edilmesi döneminde yaşanır… Denebilir ki, İstanbul’a en büyük kötülük Haçlıların şehri işgal ederek 3 gün yağmalanması, yakılması, kütüphanelerinin, tarihi eserlerinin büyük kısmının yok olması esnasında yaşanmıştır. Batılı Hıristiyanların Doğulu Hıristiyanlara reva gördüğü bir zulmun parçasıdır bu. Hipodrom’da bulunan örme sütunun üzerindeki prinç levhaların sökülmesi, yılanlı sütunun üzerindeki altın kazanın çalınması da bu dönemde gerçekleşmiştir.

Felaketlerin Felaketi

İnsan yakma hadisesinin sadece Avrupa’da olduğu düşünülür. Oysa Ayasofya, Hipodrom’da yüzlerce insanın, dini liderin yakılmasına da tanıklık etmiştir. Heretik Hıristiyanların özellikle Bogomil önderlerin bu meydanda kurulan odun yığınlarının üzerinde yakıldığı bilinir. Bir diğer deyişle Engizisyon’un insan yakma adeti Autodafe’nin kökeni çok eskilere gidiyor. Hipodrom’da insan yakma yerinin bugün Marmara Üniversitesi binasının bulunduğu Sfendon’un üzerinde olduğu belirtilir bazı kaynaklarda. Bogomillerin lideri Basil de 1116 yılında Hipodrom’da odun alevlerinin üzerinde yakılmıştı.

Latin İstilası’ndan sonra 1260 yılında Constaninapolis’in tekrar Doğu Roma İmparatorluğu’na geçmesinin ardından meydan eski canlılığını yitirmiş. Önceden belirli günlerde yapılan araba yarışları da bir daha yapılmamış. Meydan giderek harabe haline gelmiş.

Osmanlı Dönemi

Ardından yeni görkemli dönemi gelmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun üçüncü başkenti olarak. Nüfusu yeniden artmış, yeniden ticaret, ilim ve irfan merkezi olmuş İstanbul. Ayasofya kendisine minareler eklenmesine, payandalarla sağlamlaştırılmasına, Topkapı Sarayı’nın inşasına, tanıklık etmiş.

Dikilitaşları putperestlikle eşdeğer gören Hıristiyan ve Müslüman inançlarına rağmen, Örme Sütun, Dikilitaş ve Yılanlı Sütun’un tahrip olmadan bugüne kadar gelmesi gerçekten mucize… Yılan her iki imparatorlukta da kötülüğü kovan bir simge olarak görüldüğü için mi dokunulmamış bu yapılara? Ya da tahrip edilirse yılanların şehri istila edeceği söylentisinden dolayı mı? Heykellerin, altın kazanın ya da prinç levhaların tahribini, çalınmasını bir kenara koyarsak; Latin istilasında bile sütunların yıkılmamasını bu yılan söylencelerine mi borçluyuz yoksa? Bu nedenle olsa gerek yılan sevimli bir hayvana dönüşüyor gözümde…

Mimari Meydan Okumalar

Ne zaman ki, Mimar Sinan’ın talebesi Sedefkâr Mehmet Ağa hem Ayasofya’ya hem de ustasına meydan okumak istemiş, o zaman Sultanahmet Camisi yükselmeye başlamış hipodrom kalıntıları üzerinde… Mavi Cami olarak adlandırılan, 20.000 çinisiyle ünlü aynı zamanda Osmanlı Barok sanatının habercisi bir cami belirmiş bu tarihi meydanda. Şimdi akşamın bu saatinde Ayasofya ile Cami’nin tam ortasında, aralarında duruyorum. Bir öne bir arkaya dönüp fotoğraflarını çekiyorum. Hava hemen kararıverdi. İstediğim fotoğrafı yine çekemiyorum…

Ayasofya

Oysa bin yıl önce İmparator Justinianus meydan okumuştu Peygamber-Kral Süleyman’ın büyük mabedine. Süleyman Tapınağı’na… Açılışta, “İşte seni yendim Süleyman!9 demişti, rivayete göre…

Londra’daki Saint Paul, Roma’daki Sen Peter, Floransa’daki Duomo’dan sonra en büyük kubbe unvanını hâlâ taşıyor. Evet o kiliseleri yapan mimarlar Michelangelo, Brunelleschi; Ayasofya mimarları, Trallesli (Aydın) Anthemios ile Miletli İsidoros’un 1000 yıl evvel yaptığı bu kubbenin çapını aşmışlardı. Ancak Sedefkâr Mehmet Ağa çok farklı yöntem izlemiş. Kanımca, daha sanatkârane bir üslup denemiş meydan okumak için…

Tıpkı ustası Mimar Sinan’ın Süleymaniye ve Selimiye camilerinde yaptığı gibi Ayasofya kubbe çapını geçme imkanına rağmen, Anthemios ve İsidoros’a saygı için olsa gerek bunu yapmamıştı. Elbette başka teknik nedenleri vardır bu tercihin. Ben kendi yorumumu seviyorum…

Sultanahmet Camisi’nin gece görüntüsü bile, bize Ayasofya’nın masif kütlesi yerine 260 penceresi ve revaklarıyla süngerimsi bir yapı hissi verilmeye çalışıldığını hissettiriyor. Bir diğer deyişle Osmanlı mimarları eski ustaları fiziki büyüklükle değil estetik yöntemlerle aşmayı hedeflemişler. Sultanahmet Camisi’nin kubbesi, Ayasofya kubbesinden küçük olmasına rağmen, Ayasofya’dan büyük hissi verir insana. Bu estetik üstünlüğüyle Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa, Michelangelo ve Brunelleschi’ye büyük bir mimari çalım atmıştır.

Haseki Hamamı

Biraz ileride, Hürrem Sultan tarafından yaptırılan ve Haseki Hamamı olarak adlandırılan yapı yer alıyor. Bir zamanlar halı satış mağazası olarak kullanılan hamam çok güzel ışıklandırılmış. Bu hamamı da Mimar Sinan yapmış. Yapı inşa edilmeden önce burada Zeuksippos Hamamı bulunuyormuş. İnsan tarihin sürekliliğine bazen hayret ediyor. Türk hamamı ve Roma hamamı aynı yerde üst üste… Roma hamamının dört bölümü gibi yan yana dört bölümden oluşuyor Haseki Hamamı.

Magnaura

Etrafımda dönüyorum. Biraz ileride şans eseri kurtulmuş Magnaura Sarayı kalıntıları bulunuyor. Burası Büyük Saray komleksi içinde yer alan ve yabancı elçilerin karşılandığı özel bir bölümmüş. Kazılsa muhtemelen Büyük Saray’ın önemli bir bölümü de ortaya çıkacak.

Milion Taşı

Soluma dönüyorum. İleride karanlıkta Milion Taşı gözüme çarpıyor. Bir zamanlar burası Roma İmparatorluğu’nun yani dünyanın merkeziymiş. Bir zafer takı biçimde yapılmış. Ancak bir parçası gelebilmiş bugüne. Roma İmparatoru Augustus’un Roma Forum’una yaptırdığı Milliarium adından gelirmiş ismi. Sonra yollara konulan tüm taşlara denilir olmuş. Milion Taşı, Roma ile İstanbul’u birbirine bağlayan bir köprü aslında.

Arkasında Yerebatan Sarnıcı. 6.yüzyılda sarayın su ihtiyacı için yapılmış. Karşısında İttihat Terakki üçlüsünden Talat Paşa’sının konağı…

Dönmeğe devam ediyorum, Firuz Ağa Camisi’ni görüyorum. 1490 tarihli, İstanbul’un ilk camilerinden. Biraz ön tarafta Tapu Kadastro Binası’nın yanında fazla dikkat çekmeyen bir bölüm var. Saint Eufemia Kilisesi. Azize Eufemia’ya adanmış. Kilisenin önemini şöyle ifade edelim. İsa’yı Tanrı’nın oğlu olarak değil de peygamber olarak kabul eden Arius’un suçlanması için 325 yılında toplanan İznik Konsili’nde alınan karar uyarınca, bir yanda resmi görüş bir yanda Ariusçu görüş birer kağıda yazılarak Eufemia’nın burada bulunan tabutuna konulur. Bir hafta sonra tabut açıldığında resmi görüşün azizenin kalbinin üzerinde, Ariusunki ise ayaklarının altında olduğu görülür. Böylece Ariusçu görüş lanetlenir. Hıristiyan tarihi için önemli bir kilisedir. Kiliseden günümüze bazı ana duvarlar ve freskler kalmıştır.

Efsaneler

Farklı uygarlıklara başkentlik yapmış bir şehrin tıpkı diğer kadim şehirler gibi efsanelere konu olması, her fetihte bu efsanelerin kazanının ağzından yeniden yazılması doğaldır. Justinianus inşa ettirdiği Ayasofya ile Süleyman’ın Kudüs Tapınağı arasında bağlantı kurmuştu. Fatih Sultan Mehmet ise Anadolu’yu temsil eden, Avrupalılarca Türk olduğu kabul edilen Troyalıların temsilcisi olarak onların intikamını alan hükümdar olarak anılıyordu10. Tarih böyle yazılıyordu yeniden. Ne garip, Roma Uygarlığı’nın kurucusu Etrüskler de Anadolu’dan gitmişlerdi. Aeneas ise Troyalı bir prens olarak Akhaların saldırısından kaçıp İtalya’ya sığınmış ve İmparator Augustus’un atası ve kahraman olarak gösterilmişti. Rivayete göre Aeneas, Troya’dan kaçırdığı Palladion adlı heykeli Roma’nın ortasına dikmişti11. Heykel, Tanrıça Athena’yı bir elinde kalkan diğer elinde mızrakla temsil ediyordu.

Söylenceye göre o Palladion heykeli Nea Roma’nın kurucusu İmparator Konstantin tarafından Roma’dan Konstantinopolis’e getirilmişti. Ne yalan söyliyeyim bunu Yerasimos’ta ilk okuduğumda, Atina’dan Konstantinopolis’e getirildiği söylenen Athena Promachos heykeli gelmişti aklıma. Hani şu eski dönemde Akropolis’e girildiğinde ziyaretçileri karşılayan bir elinde kalkan diğer elinde mızrak olan 9 metrelik Tanrıça Athena heykeli… Troya yıkıldıktan sonra Palladion heykelinin Akhaların arasından kaçırılarak önce Roma’ya, 13 asır sonra da Konstantinopolis’e yolculuk etmesi ve sağ salim gelebilmesi ihtimali düşük olacağına göre; yoksa Atina’dan getirilen Athena Promachos heykeli Palladion adıyla mı dikilmişti Hipodrom’a?

Athena Promachos heykelinin spina’da veya Hipodrom civarında veya bir söylenceye göre Konstantin Forumu’nda (Çemberlitaş) bulunması heyecanlandırıyor beni. Nasıl heyecanlandırmasın? Eski Atina’nın efsanevi heykeltraşı, şehri imar eden mimarı Phidias’ın yaptığı tunçtan büyük Athena Heykeli12 bu şehre gelmişse bunun en büyük tanığı yine Ayasofya olmalı…

Efsaneler şehridir İstanbul. Kudüs Kralı Süleyman’ın, İstanbul’u kuran Byzas’ın, fetihten sonra uydurulan Yanko’nun efsaneleri gibi… Kadim şehir efsaneleri anlatılırken hepsinin birbirine

Athena Promachos

benzediği görülür. Kudüs, İskenderiye, Roma, Konstantinapolis, Atina bu şehirlerlendendir. Efsaneler ön plana çıkan şehirde yeniden yazılır. Dünyanın en güzel harikaları, tılsımları bu yeni şehirde toplanmaya başlanır. İmparator Konstantin, Justinianus ve Fatih Sultan Mehmet dönemleri dünyada İstanbul’un ön plana çıktığı dönemlerdir. Ayasofya son iki hükümdarın dönemine gözcülük etmiştir. Yeni efsaneler kimi zaman İskenderiye Feneri’ndeki büyük aynanın İstanbul’da olduğuna işaret eder, kimi zaman da spina’da bulunan anıt efsaneleri birbirine karıştırılır veya altın suyuna bandırılmış heykel13 gibi başka heykeller ve sütunlardan bahsedilir.

Yakın Dönem

Sıra, biraz yanımda, Alman Çeşmesi’ne bitişik Vakvak Ağacı’na geliyor. Bazen isyancıların asıldığı bazen vezirlerin asıldığı bu ağaç nice kanlı olaya tanıklık etmiş. 1826 yılında Sultanahmet Camisi’ne sığınan son yeniçeriler de yakalanıp bu ağaçta asılmışlar.

Bunca kötü olaydan sonra, Ayasofya’nın şahitlik yaptığı güzel bir olaya değinerek bitiriyorum akşam gezimi: Mondros Mütarekesi’nden sonra bu meydanda protesto amacıyla dört miting yapılır. 150-200 bin kişinin katıldıığı bu mitinglerde Halide Edip Adıvar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul gibi aydınlar konuşma yaparlar. İstiklal Savaşı’nın İstanbul kıvılcımları bu meydanda atılır. Halide Edip Adıvar mitinge katılanlara şu yemini yaptırır: Türkiye’nin istiklal ve hayat hakkını alacağı güne kadar hiçbir korku, hiçbir meşakkat önünden kaçmayacağız. Yedi yüz senelik tarihin ağlayan minareleri altında yemin ediniz!

Yorulmuşuz. Sultanahmet Köftecisi’nden paketlettiğimiz köfteleri alıp bir bankın üzerine yerleşiyoruz. Gün batımında çektiğim fotoğraflarla keyiflendiğim bir akşam gezisinin sonuna geliyoruz.

22.12.2020

Kaynak:

Robert Mantran, İstanbul Tarihi, İletişim Yayınları, 2001; Murat Belge, İstanbul, Gezi Rehberi, İletişim Yayınları 2007; Jak Deleon, Anıtsal İstanbul, Remzi Kitabevi, 2009.

Seza Sinanlar, Atmeydanı, Kitap Yayınevi, 2005.

Jan Kostenc, Bizans Yürüyüş Yolu, Garfbas-3D Maket Ltd.Şti.,2007

*Belirtilen fotoğraflar dışındaki fotoğraflar ve yazı © Haluk İnanıcı, izinsiz iktibas edilemez, kullanılamaz


1 – İmparator Konstantin’in Byzantion’u Constantinapolis/Nea Roma olarak başkent yapmaya karar verdiği ve inşaata başladığı tarih 324’tür. Ancak şehrin resmen Nea Roma adıyla başkent olarak resmi ilanının ve şenliklerin yapıldığı tarih 330’dur. Mantran, 27; İslam Ansiklopedisi, “İstanbul”.
3 – Circus Maximus fotoğrafı, https://romesite.com/circus-maximus.html
4 – Joseph Von Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 5, s.113
6 – Jak Deleon, Anıtsal İstanbul, Remzi Kitabevi, 2009, s.102-103.
8 – Prokopius, Bizansın Gizli Tarihi, Ada Yayınları, 1990, dipnot 1, s.68.
9 – Stefanos Yerasimos, Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, İletişim Yayınları, 1993, s.59.
10 – Yerasimos, 78,79.
11 – Gerçi söylencede mantıksal bir çelişki bulunuyordu. Her ne kadar Palladion Troya kalesinde şehri korumak için bulunuyorsa da, İlyada’dan öğrendiğimize göre Tanrıça Athena Akhaların tarafını tutuyordu ve içi savaşçı dolu atı Troya’ya o göndermişti.
13 – Yerasimos, 114.