Üftade Cami, Suluboya Resim, Süheyl Ünver1
Bursa’ya her yıl gitmeyi alışkanlık haline getirdik. Bizi bu şehre çeken sadece kaplıcalarından yararlanmak veya Uludağ’a çıkmak değil elbette. İlk dönemde Gönlüferah Oteli’nde kalırdık. Resepsiyonda kıdemli çalışan, kır saçlı Suat Bey bizi görür görmez tanırdı. Ancak yandaki otel ile birleşerek el değiştirdi, her hafta sonu düğün yapılmaya başlandı, odaları değiştirip sultan odası (!) haline getirdikleri için rahat yatamaz olduk. Otelin yeni sahipleri Suat beyi işten çıkardı. Giderek otelimizden soğuttular bizi. Oysaki Bursa bizim için aynı zamanda Gönlüferah demekti. O küçük banyolarda kükürtlü su içinde 15-20 dakika kaldığımda derim temizlenip canlanırken ruhumun da arındığını hissederdim. Her seferinde hafiflemiş dönerdim İstanbul’a.
Yıldırım, Yeşil Türbe, Emir Sultan külliyelerini; Osmanlı Devleti’ni kuran Osman, Orhan ve I.Murat ve II. Murat’ın türbelerinin olduğu Tophane’yi, Muradiye’yi, Çekirge’yi gezip dolaşmanın farklı bir anlamı oluştu zamanla. Benim için tarih kılıç kalkan şakırtılarından, hamasetten ibaret değildi zaten. Bu şehir, uygarlığa damgasını vurmuş bir devletin, bir imparatorluğun kuruluşuna eşlik eden kültürler sentezinin ilk şekillendiği yerdi aynı zamanda. İlgimi bu nedenle çekmiş olsa gerek. O sentezin içine girme fırsatı elde ettiğim her seferinde akrep ve yelkovanın yavaşladığını hissederdim. Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın o şiirinde imgelediği gibi.
Bursa ve Ahmet Hamdi Tanpınar
Osmanlı’nın kuruluş döneminin 150 yıllık tarihini gözler önüne seren Bursa’yı gezmek insanı ister istemez zamanın derinliğine götürür. İstanbul’dan Bursa’ya seyahat ederken zaman makinesiyle geçmişe gittiğim hissine kapılırım. Ahmet Hamdi Tanpınar bu hȃli en iyi tasvir eden yazarlarımızın başında gelir. Beş Şehir kitabında yer alan şehirlerden biridir Bursa. Yazının adı Bursa’da Zaman’dır. Şehirle ilgili yazdığı şiir de “Bursa’da Zaman” adını taşır. Şöyle der yazısında:
“Bursa’ya birkaç defa gittim ve her defasında kendimi daha ilk adımda bir efsaneye çok benzeyen bu tarihin içinde buldum, zaman mefhumunu adeta kaybettim..”
“’Bursa’da ikinci bir zaman daha vardır’ diye düşünülebilir. Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımız, seviştiğimiz zamanın yanıbaşında, ondan daha çok başka, çok daha derin, takvimle, saatle alakası olmayan; sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedi bir mevsim gibi ayarlandığı velut ve yekpare bir zaman…2”
Bazı şehirler vardır ki, onlar zamanın yaşadığımız anla sınırlı olmadığını gösterir bize; mazinin, yapılarda somutlaşan görüntüleriyle içimize akmasını sağlar. Sanki siz ne kadar vakit ayırırsanız, o kadara sığdırmak ister içindekileri anlatmak için. Bazen 1000 yıl bir saate sığar, bazen 100 yıl bir güne. O vaktin akışı sizin meşrebinize, ilginize kalmıştır. Bazen yüzlerce yıl bir resme veya şiire sığar. Tıpkı Tanpınar’ın şiirinde olduğu gibi.
Bursa’da Zaman
Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar…
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.
Bursa yazısı ve şiirinin aynı adı taşıması, şehrin Tanpınar’a etkisinin zaman mefhumunda yoğunlaştığını gösterir bize. Şairin tıpkı bir başka şiirinde söylediği gibidir aslında:
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmaz akışında
“Bir modern zamanlar firarisi,4” denilmişti, geçmiş ve yaşanmakta olan an, mazi ve bugün arasında sıkışmış Ahmet Hamdi Tanpınar’a.
Bursa’ya Firar
İstanbul’da bunaldığımda benim de firar etmek istediğim şehirlerin başında geliyor Bursa. Bu şehirde dolaşırken beni rüyalar aleminde dolaştırarak sakinleştiren zaman katmanları arasında nefeslenirim. Bu rüyalar sanki yapıların içine gizlenmiş de keşfedilmeyi beklermiş… Bir cami çıkar karşıma eskiden kilise olan, Osmanlı öncesine giderim; Rumca,Türkçe, Arapça dualar birbirine karışır. Duvarlarında bile tarihi katmanları açıkça görülen bir sur çıkar karşıma, Roma’ya belki de daha eskilere giderim. Bir hamama girerim, göçer Türkler Romalılardan mı öğrendi hamam kültürünü diye sorarım. Bir türbe görür tefekküre gizlenmiş aklın katmanları arasına girer kaybolurum. Hasılı bütün bu yapılar öngörülen işlevinin dışında anlamlar taşır benim için. Kendi ruhları olduğu gibi sanatın kendini zorlayarak aştığı-aşamadığı halkaları gösterirler. Bursa yapıları şehrin değişik köşelerine dağılmış bir okuldur…
Savaşlar, çatışmalar, isyanlar içinde varlığını sürdüren bir devlet Osmanlı… Kȃh Anadolu’nun Selçuklularla mücadele eden isyancı çocukları Babailerin ve onların ardılı Şeyh Bedreddin ve müritlerinin yerine kȃh devleti kuran ilk padişahların yerine geçerim. Farklı duyguların eşiğindeyimdir gezerken.
Kuruluş
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, 13.yüzyılın eşitlikçi, özgürlükçü, paylaşımcı abdal, Babai kültürünün payı bulunduğunu düşünenlerdenim. Hakanlara, savaşçı askerlere, beylere yön veren onların zulümlerini frenleyen; kendine bir yurt arayan, adil bir dünya özlemiyle yaşamaya çalışan bir birikimden oluşur bu kültür. Geyikli Baba’yı, Abdal Musa’yı, Karaca Ahmed’i, Şeyh Edebali’yi ve daha nice Babai çocuklarını, batıni görüşlerden beslenen mutasavvıfları çıkarın; Bursa’da sadece kılıç-kalkan sesleri kalır. Zaten, Fatih Sultan Mehmet’in, “hakikati arayan gruplar5” diye nitelediği felsefecilerin, kelamcıların ve sufilerin görüşlerini birlikte değerlendiren bir risale yazdırması, bize kuruluş dönemini besleyen düşünce kaynaklarını açıkça göstermez mi? İşte Bursa’da zamanı derinleştiren, ağırlaştıran, Tanpınar’ı adını tam koyamasa bile duygulandıran önemli boyut…
Ben Bursa’da Osmanlı sentezinin mayası olan bu birikimi (ruhu) hissederim. Bu birikimin devlet büyüdükçe kendine yeterince yer bulamaması, giderek tasfiye edilmesi veya unutulması ayrı bir konudur…
Evliya Çelebi’de Bursa*
Evliya Çelebi hayal dünyasında, Süleyman Peygamber’i bir bahar günü, Belkıs’la Bursa Ruhban dağında eğlenceye, fasıla çıkarmış; ölümü üzerinden neredeyse 50 yıl geçmişken, Hacı Bektaş Veli’yi 80.000 cengaver ile Şehzade Orhan yanında Bursa’ kuşatmasına göndermiş; Ulucami’de iki bin talebeyi derse sokmuş, camiyi 7000 kandille aydınlatmış. Selçuklulara şehri 100.000 kişilik ordularla yedi kez, yedişer ay kuşattırmış… Ona göre şehirde 9000 dükkan, 2060 çeşme,600 sebilhane, 3000 hamam, 23.000 hanede akar su ve değirmen varmış. Cüzzamlılar Çekirge Sultan kaplıcasında 40 gün içinde bu dertten kurtulurmuş.
Tophane
Bugün Tophane’de Osman Bey’in türbesini ziyaret edenlere, türbenin aslında eski bir kilise olduğu ve Osman Bey’in Bursa alınmadan önce uzaklardan bu kilisenin parlayan kubbesini görüp ölünce beni oraya gömün dediği söylenir.
Bir diğer deyişle bu türbe bize aynı zamanda Bursa’nın eski Rum sakinlerini hatırlatır. Daha önce yerinde Saint Elia (Gümüşlü Kümbet) Kilisesi vardır. Osman Bey önce Sögüt’e babası Ertuğrul Gazi Türbesi’ne gömülür. Bursa alındıktan sonra cenazesi bu şehre getirilerek vasiyet ettiği Saint Elia Kilisesi’nden dönüştürülen türbeye nakledilir.
Prusias ve Kartaca İmparatoru Hannibal
Bu kilise döneminde Bursa’nın adı Prusias’tı. Antik dönemde Bursa’nın kurucusu olarak I.Prusias (MÖ. 232-192) gösterilir. O zamanlar Uludağ’ın adı da Olimpium’du. Kartaca Kralı Hannibal Romalılara yenilince I.Prusias’a sığınır. Rivayet odur ki, Hannibal, kendisine hüsnükabul gösteren Bitynia kralı I.Prusias adına bir şehir kurar ve bu şehre onun adını verir.6 Bitynia bölgesi Romalıların eline geçince, şehre Pruza ad Olimpium (Uludağ Bursa’sı) adı verilir. Roma İmparatorluğu’nun Traianus, Hadrianus, Justinianus dönemlerinde Çekirge’ye hamamlar ve saraylar yapılır. Selçuklular döneminde İznik’in gölgesinde kalır.
1307 yılında Osman Bey, 4 tekfurluğun ordusunu Dimboz’da yenilgiye uğratır ve Bursa’yı kuşatır. Nihayet Orhan Bey 1326 yılında şehri teslim alarak Osmanlı dönemini başlatır.7
Osmanlı Dönemi
Osmanlı’nın, Osman Bey’in ve babasının önderliğinde kuruluşu aslında tekfurlarla yapılan ittifakların veya onlarla yapılan savaşların üzerinde şekillenir. Yani yeşil aylı bayrak taşıyan Türkmenlerle kırmızı haçlı bayrak taşıyan Rumlar kimi zaman yan yana savaşmışlardır ortak düşmana karşı, kimi zaman birbirleriyle. Rumların ve Türklerin tarihi; 1071 Malazgirt Savaşı’ndan 1453 yılında İstanbul fethedilinceye kadar yaklaşık 400 yıl iç içe geçmiştir. Daha önce Selçuklu-Bizans ilişkileri de böyle değil miydi? 1. Gıyaseddin Keyhüsrev oğulları, geleceğin sultanları I.İzzettin Keykavus ve Alaaddin Keykubat ile birlikte Bizans Sarayı’nda 4 yıl misafir edilmemiş miydi? Sultan II.Kılıçarslan İmparator Manuel Kommenos tarafından görkemli bir şekilde karşılanıp, Büyük Saray’da 80 gün ağırlanmamış mıydı? Başta Orhan Bey olmak üzere sultanların bir kısmı tıpkı Selçuklu hükümdarlarının yaptığı gibi Rum veya diğer yabancı prenseslerle evlenmemiş miydi? Zaten yeniçerilerinin tamamı, cariye diye anılan kadınların büyük kısmı Hıristiyan kökenli değil miydi?
II.Bayezid’e kadar olan kurucu padişahlar bana sonrakilerden daha sıcak gelir. Sofu Bayezid’in tahta çıkmasını da, nedense Cem Sultan’a haksızlık olarak görmüşümdür hep.
Batıya göç eden Türkmenlerin Ermenilerle, Rumlarla aynı coğrafyada bir devlet kurma başarısını, gaza, cihat, savaşla açıklamakla da mümkün; daha 13.yüzyıldan itibaren Balkanlara göç etmek zorunda kalan Babai kültürünün buralarda hızla yayılmış olmasıyla da. Bu tarihe överek bakmak da mümkün, eleştirmek de.
Anadolu tarihinin eski dönemlerinde sürekli tekrarlanan sahneler değil midir bu savaşlar, bir arada yaşamalar? Sümer, Luwi, Hitit, Akad, Hatti, Frig, Likya, Lidya, Psidia, Urartu, Pers, İyon, Helen dönemlerinde yaşanan işgaller, savaşlar ve ardından kurulup yıkılan devletlerin iç içe geçmeleri; Anadolu’da rüzgarın dört yönden estiği tek bir tarih varmış izlenimi uyandırmaz mı?
Bazı devletler yükseliş süreçlerinde hüküm sürdüğü coğrafyada birlik beraberliği sağlamak amacıyla adaletli bir sistem oluşturmak zorunda olduklarını keşfederler. Bir diğer deyişle uygarlık olmaları bu keşfe bağlıdır. Böyle bir bakış açısıdır ki, tebanın onayını almak için aynı zamanda o coğrafyadaki tüm kültürel ögeleri birleştirerek yeni bir sentez yaratır. Bu sentez Eski Çağ’da en görünür biçimde savaşanların tanrılarının tek bir Panteon’da galibe göre sıralanması esnasında karşımıza çıkar. Mısırlıların işgal ettiği yerlerde Osiris-İsis-Ra-Horus-Thoth; Sümerlerin işgal ettiği yerlerde Utu-Enlil-Enki,İnanna, Hattiler yaşarken Wurusema-Tardu- Kubaba, Akadlar işgal ettiğinde Şamaş, Marduk; Hititler geldiğinde Teşup-Ariana tanrılar Panteonunda en üst sıraya çıkınca diğer tanrılar onların altında veya yanında sıraya dizilmezler mi? Tanrıların sürekli çatışma düzeni içinde beraber yaşamaları bile bize Anadolu’da binlerce yıldır cereyan eden alt üst oluşları ve sentezleri göstermez mi zaten.
Tarihin derinliklerinde kaybolmadan yine Bursa’ya dönelim… İlk padişahlar yeni bir devlet kurarken, savaştıkları Bizans ve onların yerel uzantılarıyla yerel Türkmen beylikleriyle ittifak yapmayı, beraber yaşamayı da öğrenmişlerdir. Türkmenler, töre, gelenek derken Orta Asya’dan, Horasan’dan, Fars ülkesinden, Mezopotamya’dan, Selçuklulardan alıp da heybelerine doldurduklarını Bizansınkilerle birleştirerek yepyeni bir uygarlık kurmuşlardır. Başta Pers olmak üzere Roma, Helen kültürlerini Osmanlı şemsiyesi altında özümseyerek yaşama geçirmişlerdir. Ortaya çıkan Kayı aşiret kültürünün çok ötesinde bir başarı hikayesidir.**
Bursa şehri işte bu yeni uygarlığın doğuşuna şahitlik etmiş ilk büyük başkenttir.
Babailer-Osmanlılar
Osmanlının kuruluşunu anlamaya çalışırken Anadolu’daki Selçuklu dönemini, savaşlarını da göz önünde tutmamız gerekir. Selçukluların, Yassıçimen (1230) Malya (1240) savaşlarındaki galibiyetleri, Kösedağ Savaşı’nda (1243) Moğollara karşı yenilgisinin sonuçları düşünülmeden Osmanlının kuruluşu yeterince iyi anlaşılamaz.
Babailer, Anadolu’ya kendilerinden önceden gelen Selçuklularla bir türlü barışık yaşayamamıştı. Bağımsız ve özgür topluluklardı bunlar. Zulmeden, vergi isteyen veya baskı kuran bir devlete, hakana tahammül edemiyorlardı. Eşitlikçi ve paylaşımcı yaşamları da Selçuklu kent yaşantısına uymuyordu. Babailer 1240 yılında Malya ovasında Selçukluya yenilirler. Savaştan sonra sağ kalanlar batıya göç etmek zorunda kalır. Batıya, hep batıyadır onların kaderi. Bir kısmı Rumeli’ye geçer, tıpkı yüzyıllarda önce Balkanlara geçen heretik Hıristiyan Paulikanlar gibi… Üstelik onlarla aynı hayat felsefesini paylaşıyorlardı… Hepsi cengaver olan Babailerin bir kısmı batıda karşılaştıkları Osmanlı’ya destek verdi. Hem cengaver olarak hem de kuruluş için gerekli manevi dünyanın savaşçıları olarak…
Ordu teşkilatı içinde daha sonra kurulacak Bektaşi Ocağı’nın Babailerle kültürel bir ilişkisi var mıydı acaba? Kendi adına iki asır sonra tarikat kurulan Hacı Bektaş Veli zaten bir Babai halifesi değil miydi? Kardeşi Malya Savaşı’nda ölmemiş miydi? Yeniçeri Bektaşi Ocağı hayat görüşü olarak Babailere benzer düşünceler benimsiyorlardı lakin devşirmelerden oluşuyordu. Kafa karıştırıcı sorular beynimi tırmalıyor… Osmanlı’nın kuruluş dönemindeki babaları düşünüyorum. Babailerin Lideri Baba İlyas’tan ya da onun halifelerinden el almamış bir arif var mıydı Anadolu’da o zaman? Mevlana bile bir batıni olarak büyük ihtimalle Babailerle ilişkisi olan, İsmaili Daisi8 Şemsi Tebrizi’den el almamış mıydı? En büyük eseri Mesnevi’nin kendinden 30 yaş büyük bu pirin eseri olduğunu söylememiş midir? Aksi halde, Batıni düşüncenin dehlizlerinde dolaşan böylesine dev bir eser, Sünni fakih Mevlana’nın kaleminden nasıl çıkardı?
Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesi ve İslamlaşmasında Babailerin oynadığı kültürel rol genelde savaş kahramanları ve menkıbelerinin gölgesinde kalır. Oysa hem iyi savaşçı hem de kelam ehli bu arifler Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda en az Kayı cengaverleri kadar önemli rol oynamıştır.
Osman ve Orhan Türbeleri’ni Gezerken
Osman ve Orhan beyin sade türbelerini gezerken Babailerin oynadığı rolü düşünmeye devam ediyorum. En meşhurlarından Sarı Saltuk’un Anadolu ve Rumeli’deki çok sayıda türbeleriyle, farklı tarihlerde yaşamasıyla ilgili rivayetler ne anlama geliyor? Birden fazla Sarı Saltuk mu var? Osmanlı kuruluşunda yer alan diğer iki babadan da bahsetmemiz gerekiyor. Geyikli Baba, Abdal Musa… Bu babaların gazi-derviş kimliğiyle Bektaşiliğin kuruluşunda önemli rol oynadıkları söylenir. Şeyh Osman, Hacı Mihman, Bağdın Hacı, Şeyh Balı, Şeyh Edebali, Emircem Sultan, Hacı Bektaş Veli, Barak Baba, Tapduk Baba, Aybek Baba daha niceleri… Genellikle yaşadıkları dönemlerden sonra yazılan menakıpnameler, gerçeği temsil derecesi, mübalağa oranı bilinmese de bize babaların kuruluştaki rolleri hakkında genel bir fikir verir. “Rivayete göre Geyikli Baba Orhan Bey zamanında Anadolu’ya Hoy’dan (Azerbaycan) gelmiş bir derviş olup müritleriyle beraber İnegöl yakınlarına yerleşmiştir. Bazı kaynak ve arşiv belgelerinde bunlar ‘Geyikli cemaati’ (Geyikli Baba Sultan cemaati) ve ‘Geyikli Baba dervişleri’ adıyla zikredilmektedir9..” Geyikli Baba’nın türbesi, Bursa’nın Gürsu ilçesinin Babasultan köyündeki külliyenin içinde bulunmaktadır. Bursa’nın fethinden önce Buhara’dan gelen kırk abdaldan biri olarak gösterdiği Abdal Mûsâ, Âşıkpaşazâde tarafından Bektaşî olarak zikredilir10
Geyikli Baba’nın Orhan’ın ayağına gitmeyişi, sonra yakın arkadaş olmaları, Bursa fethinde Sultan Orhan’ın yanında bulunması, Kızılkilise’yi fethetmesi üzerine Sultan Orhan’ın ona 2 katır arakiye (içki) ve 2 katır şarap göndermesi; ünlü Bektaşi Halifesi Kaygusuz Abdal’ın Abdal Musa’dan icazet alması gibi rivayetler bize kuruluşun temelindeki karmaşık ilişkileri göstermektedir. Orhan zamanında yaşayan Karaca Ahmed de Anadolu erenlerinin gözcüsü değil miydi? Ya kuruluşta yer alan diğer babalar; Abdal Kumral, Abdal Mehmed, Abdal Murat…
Şeyh Edebali
Rivayet odur ki, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey ilim irfan sahibi Şeyh Edebali’nin kapısından eksik olmazmış. Ondan fikir ve nasihat alırmış. Hatta kızı Mal(hun) Hatun’u Osman Bey’le evlendirmiş. Edebali’nin Osman Bey’e hitaben yazdığı söylenen, “Ey Oğul!” diye başlayan sözleri ünlü olduğu kadar içinde düşünmeyi gerektirecek kültür derinliği barındırır.
O’nu bu nasihatın birkaç paragrafıyla analım11:
“Ey Oğul!
Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana… Suçlamak bize; katlanmak sana… Âcizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana… Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana… Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana…”
“Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazîlet ve adâletinle gün ışığına çıkacaktır.”
“En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.”
“Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur.”
“Sevgi dâvânın esâsı olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!..”
Eğer bu sözler gerçekten Şeyh Edebali’ye aitse, söylevde yer alan sevgi, sevmek, bilgi, nefis gibi kelimeler bize onun tasavvufi bilgisini, felsefeye aşinalığını göstermektedir. Ama esas olarak sarf ettiği “Fethedilmemiş gizlilikler, güzellikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle ortaya çıkacaktır” ifadesi onun batıni dünyasını gözler önüne sermektedir. Bu ifadeyle, sultana asıl fethin, kılıçla, kanla savaş meydanlarında değil, “fazilet, bilgi, adalet” dünyasında yapılması gerektiğini söylemektedir.
120 yaşında öldüğü rivayet edilen Şeyh Edebali, hakkında yaşadığı döneme ilişkin bilgi çok az olmakla birlikte, sonradan yazılan menakıpnamelerden anlaşıldığı kadarıyla Vefai Tarikatı’na mensup bir sufidir. Osmanlının ilk kadısı olduğu da yazar sonraki kaynaklarda. Ancak burada altını çizmek istediğimiz önemli husus şudur: Yukarıda değindiğimiz Selçuklu’ya başkaldıran Babai Halifesi Baba İlyas da Vefai Tarikatı’na mensuptur. Şeyh Edebali, Baba İlyas’ın halifesidir. Düşüncesinin batıni karakteri Babailerden gelmektedir. Tarih bize göstermektedir ki, Selçukluların itibar etmediği ezip yok ettiği Babailer batıya doğru göç ederek Osmanlının kuruluşunda rol almışlardır. En azından Babailerin hak, adalet, paylaşım düşüncesi Osmanlının Kuruluş tefekkürünün içine girmiştir. Bursa’nın ilk kadısı Şeyh Edebali’yi ziyaret edemiyoruz çünkü türbesi Bilecik’te.
Muradı Hüdȃvendigȃr Cami Külliyesi
Sultan 1. Murad’ın türbesinin de bulunduğu cami külliyesinin yeri, belki sakinliğinden, belki yeni bir devletin ortaya çıkmasına tanıklık etmenin neden olduğu ağır başlılıktan, belki de 600 yıl öncesinin Bursa’sının hȃlȃ eski halini muhafaza eden köşesi olmasından hep çekmiştir beni.
Zaten kaldığımız oteller de hep bu bölgede olduğundan kimi zaman ikindi ışığında kimi zaman sabah serinliğinde dolaşırım burayı. Bir köşesinde Selçuklu-Osmanlı geçiş mimarisini yansıtan ve içinde havuzu olan cami. Diğer yanda bu Cami’nin ikinci katındaki okulda,
yanındaki medresede eğitim gören talebelerin ihtiyacı için Girçık (Çıkçık)Hamamı. Bugünkü duş sistemine benzer tek kişilik hamamlar daire şeklindeki girişe sıralanmış. Hemen yanı başında restore edilerek kültürel kullanımlara tahsis edilen Medrese’nin mevcut, üstü camla kaplı yeni halini fazla beğenmesem de belki daha koruyucu olur düşüncesiyle sineye çekiyorum.
Külliyenin tam ortasında ve Bursa ovasına bakan yönünde Muradı Hüdevandigar’ın türbesi bulunuyor. Caminin girişe göre daha yüksek bölümde bulunan mihrap kısmına bir setten merdivenle çıkılıyor. Bu da bende burada daha önce küçük bir kilise bulunduğu intibaını oluşturuyor. Dışarıdan baktığımda bu bölüm gerçekten de bir kiliseyi andırıyor. Mihrab gerçekten görülmeye değer. Cami’nin kubbe altı ana salonunun yan taraflarında küçük odalar var. Hem ibadet hem ders için kullanıldığı anlaşılıyor. Osmanlı’nın kuruluşundaki müziği hissetmek için bir yere çöküp sessizliğe sığınılacak bir yer. Ben de kenara çöküyorum bir süre. Cami ve külliye Unesco’nun Dünya Miras Listesi’ne alınmasının gururunu yaşıyor.
I.Murad adını taşıyan bir başka camiyi Kosova’da görmüştüm. Öldürülmesi üzerine iç organlarının çıkarılıp tahnit yapıldığı ve gömüldüğü ilk yerde. Şirin ve küçük bir camiydi. Bir sultanın vücudunun aralarında1200 km mesafe olan iki farklı yere gömülmesi, iki yerde türbe-camisinin olması insanı düşündürüyor. Başka ülkelerin işgalini, yağmalanmasını bir türlü anlamamışımdır… O günler için belki de normal sayılabilecek fetih kültürünün bazı insanlarca bugün bile savunulması insanı ürpertiyor. Osmanlı büyük bir uygarlık, lakin altında hazin öyküler de var, trajediler de.
Muradiye Külliyesi
II.Murad’ın kurduğu Muradiye Külliyesi de onarılmış eski Bağdadi evleriyle, büyük dedesi I.Murad’ınki gibi etrafa sakinlik, sadelik yayıyor. Her Bursa gezimizde mutlaka uğradığımız Muradiye sultan türbeleri bölgesi…
II.Muradın türbesi yanında, II Bayezid’in oğulları Şehzade Alaaddin ve Şehzade Mahmut türbeleri, Kanuni Sultan Süleyman’ın boğdurduğu oğlu Sultan Mustafa Türbesi bulunuyor. Burada Şehzade Mustafa’nın annesi Mahidevran Hatun ve Kanuni’nin diğer oğlu Orhan’ın mezarlarını da görüyoruz. Fatih’in eşi Gülşah Hatun Türbesi ve nihayet Fatih’in oğlu Sultan Cem Türbesi… Bu türbe abisi II. Bayezid karşısında savaşı kaybeden Sultan Cem’in Vatikan’a sığınmasıyla sonuçlanan hazin hikayeyi düşündürüyor. Bir zamanlar Akdeniz dünyasında politik magazinin merkezinde yer alan Cem Sultan, Hıristiyan dünyasına esir-rehin düşen Cem Sultan burada yatıyor.13
Son dönemlerde birçok tarihi film çekiliyor. Bence Sultan Cem’in hayatını konu alacak bir film de ilgi çekici olabilir. Tabii iki şehzade arasındaki çekişme ve savaşı, onların arkasında mevzilenen ulema ve vezirler arasındaki husumetleri, valideleri, aşkları, Vatikan-Osmanlı arasındaki şantajlı gerilimi layıkıyla hissettirebilecek bir film olursa… Gördüklerimiz oğlum Deniz’in sosyal ders konularıyla da ilgili. Ona yeni öğrendiği kuruluş dönemi padişahlarını yerinde anlatıp sorular soruyorum: İlgisini çekiyor.
2020 yılındaki ziyaretimde türbeler bölgesinin tam ortasında bulunan, muhtemelen yıldırım düşmesi sonunda yansa bile bir abide olarak duran 4-5 metre çapındaki çınar ağacının yerinde olmadığını gördüm. Ağacın kalıntısını parçalayıp atmışlardı anlaşılan. Üzüntümü tarif edemem.
Muhtemelen bu külliyede yaşanan her şeyi gören anıtsal çınar ağacının, bu kalıntısının bahçeden sökülüp atılması da ne demek! Kim icat etmiş bunu? Hȃlȃ işlevsel Roma köprülerini yenisini yapmak üzere yıkan zihniyetin bir başka örneği…
Hacivat ve Karagöz, Ezel Akay
Hacivat ve Karagöz’ü tuluat tiyatrosunun temelinde yer alan en önemli figürler olarak biliriz. Daha ziyade hicvi eğlence aracına dönüştürmesi ilgimizi çeker. Özdemir Nutku’nun deyişiyle “Gülme eylemi bilinç altı ve bilinç arasında yaratıcı bir ulaşımdır. Bu yaratıcılık kişilerin içinde bulunduğu duruma göre aşama çeşitlilikleri gösterdiği kadar, olumlu ve olumsuz yönelişleri de belirler.14” Bu nedenledir ki gülme iktidara yönelirse büyük rahatsızlık verir. Rivayet odur ki, Hacivat ve Karagöz Bursa Ulu Camisi’nin inşaatında çalışan iki işçidir. Birbirleriyle atışıp dururlar. Onlar atışırken diğer işçiler de etrafında toplanır, eylenir işlerini yapmazmış. İnşaat zamanında bitirilemeyince mimarbaşı suçu bu iki işçi üzerine atmış. Sultan Orhan da onların asılmasını emretmiş. Yaşama böyle veda etmiş bu iki işçi.
Şeyh Kuşteri, iki boyutlu Hacivat-Karagöz tasvirlerine ait gölgeleri perde üzerine düşürerek birbirleriyle atıştırmaya başlamış. Gerçekten yaşayıp yaşamadıkları yaşamışlarsa öldürülme nedenleri bilinmiyor. Ama bir padişahın veya ulemanın hiciv ustalarını öldürmesi temasında doğruluk olsa gerektir. Hiçbir iktidar gülünme nesnesi olmaya tahammül edemez. İster ki hep kutsansın… Hacivat ve Karagöz’ün öldürülmesini konu alarak hicvin siyasetle ilişkisine bir sinema filmi ile dikkatimizi çeken ilk yönetmenimiz Ezel Akay’dır. Bu iki insanı ve konuyu sanatsal düzeyde işleyerek Türk Sineması’nın klasikleri arasında yerini alan bu çok güzel film maalesef yeterince ilgi görmemiştir. Bursa’da Çekirge semtindeki Hacivat ve Karagöz Müzesi’nin önünden ne zaman geçsem hep hiciv-iktidar ilişkisini hatırlarım. Bir de bu talihsiz filmi…
Yıldırım Bayezid ve Yıldırım Külliyesi
Yıldırım Bayezid Osmanlı Hanedanı’nın bahtsız padişahları arasında yer alır. Atak ve cesur kurucular arasında zikredilen bir padişah olmasına rağmen hayatı ve sultanlığı trajik biçimde sonlanmıştır. İstanbul’u kuşatan, Anadoluhisarı’nın yapan, Haçlı ordularına karşı başarıyla mücadele eden, Osmanlı’yı büyük bir devlet haline getiren bir padişahtır. Ta ki 1402 Ankara Savaşı’nda Timur’un orduları karşısında aslında yenebilecekken mağlup oluncaya kadar. İki Türk hükümdarın savaşı, Osmanlı ordusundaki bazı birliklerin Timur tarafına geçmesi ve bazı şehzadelerin savaş alanından kaçması nedeniyle Bayezid’in yenilmesiyle sonlanmıştır.
Bayezid ömrünün son iki yılını Timur’un elinde haysiyet kırıcı biçimde geçirmiş ve nihayet 1404 yılında ölmüştür. Aslında Bursa demek bir anlamda Yıldırım Bayezid demektir. Elde ettiği ganimetlerin ciddi bir kısmı bu şehrin imarına harcamıştır. Şehre kimliğini veren cami, medrese, hastane vb, birçok eser onun zamanında yapılmış veya tamamlanmıştır. Yıldırım Camisi’nin yanında bulunan türbede gömülüdür. Onun ölümü ile Fetret Devri başlamıştır. Emir Süleyman, İsa Çelebi, Mehmet Çelebi, Musa Çelebi ve onların arkalarında saflaşan devlet ricali taht için birbirleriyle savaşmışlardır. 12 yıl süren bu savaşın galibi Mehmet Çelebi olmuştur.
Ulu Cami ve Hanlar
Bursa deyince akla ilk gelen camilerdendir Ulu Cami. Kenarına dizilmiş İpek, Koza, Emir hanlar ve çarşılar bize yaşamın merkezini gösterir. Bir hanlar, kervansaraylar, camiler, türbeler şehridir Bursa.
Saymakla bitmek bu kadim yapılar. Ulu Cami çevresi her Bursa gezimizde oturup soluklandığımız, çay kahve içerek, simit yiyerek zaman geçirdiğimiz yerlerdir. Koza Han’da çay içersek, Emir Han’da ya da İpek Han’da kahvemizi içeriz. Güneşli günlerde burada oturmaya doyum olmaz. Masaları sohbetler süsler. Kalabalıklığına rağmen gürültü yoktur. 500-600 yıllık bu yapıların içinde zaman ağır akar. Oturduğunuzda kendinizi Bursa’ya ipek satın almaya gelen 4-5 asır öncesinin bir tüccarı gibi hissedebilirsiniz.
Koza Han, II. Bayezid tarafından 1490 yılında İstanbul’daki Bayezid Camisi’ne gelir getirmek amacıyla yapılır. İpek Han yine 15.yüzyıl ortalarında Yeşil Türbe’ye gelir getirmek için inşa edilir. Bir zamanlar ipek ticaretinin merkeziydi. Bugün bile dükkanlarda satılan ipekli ürünlerle geçmiş dönemini hatırlatıyor bize. Orhan Gazi Külliyesi’nin bir parçası olan Emir Han, Osmanlının Bursa’da yaptığı ilk bedestendir.
Bursa Ulu Cami, Yıldırım Bayezid döneminde 1396-1400 yılları arasında yükselir. Osmanlı camileri arasında çok kubbeli camilerin ilkidir. 20 kubbesi bulunmaktadır. Yıldırım Bayezid’in 1396 Niğbolu Zaferi’nin ertesinde inşaatına başlanmıştır. “Caminin inşaatı bittikten sonra ilk namazı aralarında Yıldırım Bayezid, Molla Fenari, Emir Sultan’ın da olduğu cemaate Somuncu Baba kıldırmıştır. Ulu Cami’nin ilk imamı, Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebidir.16” Molla Fenari (1351-1430) müderrislik, Bursa kadılığı müftülük yapan hem önemli bir tasavvuf ehli hem de din alimiydi. Vahdeti Vücut görüşünün teorisini kuran İbnül Arabi’nin etkisi altında kaldığı söylenir.17 Eşitlik ilkesi gereği bir davada Yıldırım Bayezid’in şahitliğini kabul etmediği rivayet edilir. Emir Sultan (1368-1429) Yıldırım Bayezid’in damadıdır. Peygamber soyundan geldiği, II.Murad’ın İstanbul kuşatmasında 500 kadar dervişi ile ordugaha büyük bir debdebe ile katıldığı söylenir. Öldüğünde cenazesi o sırada Bursa’da bulunan Hacı Bayram Veli tarafından kaldırılmıştır.18 Şehrin en güzel külliyelerinden biri onun adını taşır. Süleyman Çelebi (1351-1422) Ulu Cami’nin ilk imamı olup dedesi Şeyh Edebali’nin torunudur. Mevlid’in yazarıdır. Fetret Devri’nde Batini görüşlerin karşısında yer almıştır. Somuncu Baba ise (1331-1412) Emir Sultan’ın takdimi üzerine, Ulu Cami’nin ilk açılışında namazı kıldırdığı, hutbeyi okuduğu söylenir. Rivayete göre bu hutbeden sonra Molla Fenari, Somuncu Baba’nın müridi olmuştur. Melameti anlayışının temsilcisidir.19
Mehmet Çelebi, Musa Çelebi, Şeyh Bedreddin
Yıldırım Bayezid’in ölümü ardından yaşanan ve Mehmet Çelebi’nin tahtı ele geçirmesiyle sonuçlanan Fetret Dönemi tarihi açıdan değerlendirmeye muhtaç bir dönemdir. Sorun sadece dört şehzade arasındaki çekişmenin çok ötesindedir. En büyük çekişme Mehmet Çelebi ve Musa Çelebi arasında cereyan etmiştir.
Musa Çelebi’nin tüm Rumeli’nin hükümdarı olduğu, hilat giyip adına para bastıracak kadar güçlendiği, Mehmet Çelebi’yi iki kez yendiği, İstanbul’u kuşattığı, Çandarlı İbrahim’i vezir yaptığı düşünülürse onu destekleyen ciddi bir taban olduğu kolaylıkla anlaşılır.
Musa Çelebi’nin dünyasını anlamak için, kazaskeri Şeyh Bedreddin’le ilişkisine bakmak gereklidir. Onun müridleri olan, Yahudilikten Müslümanlığa geçen Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa’nın Karaburun ve Manisa bölgelerinde ayaklanmaları, Bedreddin’in aslında Baba İlyas’ın yolundan giden biri olduğunun rahatlıkla anlaşılmasını sağlar. Bu ayaklanmalarda eşitlikçi, paylaşımcı düşünceleri benimseyen Müslümanların yanında, tıpkı Babai Ayaklanması’ndaki gibi Rumların, Yahudilerin bulunması da bunu pekiştirir.
Şeyh Bedreddin batıni-sufi20 görüşleri olan zamanının önemli bir irfan ehlidir. Ona nispet edilen Varidat isimli eseri Vahdedi Vücut düşüncesinden yola çıkarak hazırladığı ve müritlerine verdiği ders notlarından oluşur. Ulemanın yerleşik Sünni yaklaşımı ile farklılığı, bu kesimle olan ihtilafını derinleştirir. Musa Çelebi’nin Bedreddin’le ilişkisi bu çerçevede tesadüfi bir ilişki olmayıp bir mürşit-mürit ilişkisidir. Nitekim Musa Çelebi’nin savaşlarda elde ettiği ganimetin bir kısmını yeniçeriye, sipahilere dağıtmayıp fakirlere dağıtması da bu yaklaşımı doğrulamaktadır. Ancak onların bu yaklaşımı askeri sınıfın ve ulemanın statüsünü sarsmaktadır.
Bu nedenledir ki, başta Çandarlı olmak üzere üst düzeydeki birçok yönetici, statükoyu temsil eden ve Bizans’la anlaşan Mehmet Çelebi’nin yanına geçmiştir. Musa Çelebi, Mehmet Çelebi ile giriştiği savaşın başında iki muharebeyi kazansa da nihai meydan muharebesinde yenilmiş ve boğularak öldürülmüştür. Bedreddin ise Baba İlyas ile aynı akibete uğramış, Serez çarşısında, bugün hala yerinde duran Bedesten’in önündeki çınar ağacına asılmıştır. Bedreddin’in ikinci mezarı ise kemiklerinin sonradan gömüldüğü Divanyolu’ndaki II. Mahmut Türbesi’nin haziresindedir.
Mehmet Çelebi bu zaferin ardından Rumeli ve Anadolu’da siyasi birliği yeniden sağlamıştır. Bugün Bursa’nın simgesi Yeşil Türbe bu padişahın naşını misafir etmektedir. Türbenin yanında ise aynı adı taşıyan cami bulunmaktadır. Şehzadeler arasında el değiştiren Bursa şehri sonunda Çelebi Mehmet’in zaferine ve Osmanlı’nın yeniden kuruluşuna tanıklık etmiştir. Ne hazindir ki, Osmanlı Devleti’nin bu ikinci kuruluşuna, eşitlikçi, paylaşımcı düşüncenin büyük mirasçısı Şeyh Bedreddin ve müritleri kurban seçilmiştir.
Yeşil Türbe’nin kümbet yapısı bize Selçuklu döneminden esinler getirmektedir. Zümrüt yeşili çinileri yapıldığı ilk günkü parlaklıklarını hȃlȃ muhafaza etmektedir. Gözler Bursa ovasından yamaçlara doğru kaydırıldığında manzaranın odak noktası olmayı kimseye bırakmayan Yeşil Türbe, Bursa’nın tartışmasız simgesidir. Bu simgeyi aşağıdaki açıklamam ışığında iki farklı algının farklı simgeleri olarak okumak da mümkündür.
Küçük Bir Tarih Tezi
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Babai düşüncesinin, halifelerinin, tasavvufun rolüne yer yer değindik. Bu düşüncenin Şeyh Edebali’den Geyikli Baba’dan Somuncu Baba’ya, Şeyh Bedreddin’e kadar kuruluş içindeki önemini de hatırlamış olduk. Şeyh Bedreddin ve müridi Şehzade Musa Çelebi’nin öldürülmesiyle kuruluşun ilk aşaması sona ermiştir. Çelebi Mehmet ile devletin ikinci defa kurulduğu ifadesi bu açıdan da doğrudur. Bu ikinci kuruluş artık batıni düşüncenin devlet yönetiminden tasfiye edildiği ve ehli sünnet görüşünün egemenliği ele geçirdiği yeni bir dönemi de işaret etmektedir.
Kilise-camiler
Bursa’daki camilerin büyük çoğunluğu kiliselerin üzerine yapılmış. Bazılarının kilise formu ilk bakışta hissediliyor. Bunu güzel bir örneğini Selanik’te görmüştüm. Selanik Ayasofya Kilisesi, II. Murat döneminde şehir ele geçirilince camiye dönüştürülmüş. 1913 yılında Yunan kuvvetleri bu şehri alınca tekrar kiliseye çevrilmiş. Cami minaresinden eser kalmamışsa da tabanı geçmişi hatırlatmaya devam diyor. İbadethanelerin bu devir teslimi Roma dönemi bazilikalarının kiliseye dönüşmesi gibi sürmüş durmuş. Bu nedenle Osmanlı sınırları içinde eski bir camiye, kiliseye girdiğimde ortamda bu devamlılığın izlerini ararım. Hiçbir şey bulamasam bile ruhunu hissetmeye çalışırım. O ibadethanelerde dua eden sıradan insanların samimi, içten dünyalarıyla; yöneticilerin, ruhban sınıfının sahte dünyaları arasındaki farklara yoğunlaşır, sürekli acı çeken insanlığın kurtulması için çıkış yolları ararım zihnimde. O acıların, sevince mutluluğa nasıl dönüşeceğini düşünür dururum. Hayal işte…
Bursa, tarihe damgasını vurmuş bir imparatorluğun ilk başkenti. Geleneksel düşünce kalıplarına sıkışmadan, bu şehirde gördüklerimin anlamını keşfetmeye çalışmak gezimi her zaman daha keyifli hale getirir.
Ulu Çınarlar
Bursa aynı zamanda ulu çınarlar beldesi. Yapılan araştırmalarda 11 farklı türde, yaşları 100 ile 650 arasında değişen yaklaşık 833 anıt ağaç adayı tespit edilmiş. Bu ağaçlardan 250 kadarı tescil edilmiş. Yukarıda resmini yayınladığımız İnkaya köyündeki 600 yaşındaki ulu çınar ağacı dışında Alufeli çınar, Kovukçınar , Eskicibaba çınarı, Dua çınarı, Pirinç Hanı çınarı, Altıparmak çınarı, Yaycılar Pınarı çınarı, Müşkire çınarı, gibi ağaçları da anmak gerekiyor.23
* Evliya Çelebi, Seyahatname, 2.Kitap, s.4-15, 1. Cilt, YKB Yayınları
** “Osmanlı Devleti, ömrünün hiçbir devrinde, herhangi bir aşiret hayatının veya geleneklerinin tesirini hissetmemiş, hatta göçebelik ile alakası, sırf uç’lardaki askeri teşkilatında Türkmen boylarından insan kaynağı olarak istifade etmiş olmaktan ibaret kalmış(tır).. Görülüyor ki, Osmanlıların reisi olabilecekleri bir ‘Kayı’ aşiretinin veya diğer bir kabilenin mevcudiyeti tamamen hayal ürünüdür ve böyle bir varlığı kabul etmemiz için en ufak bir iz veya tarihi delil mevcut değildir.” Prof.Dr. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 1, s.142-144, 1977
[1] Süheyl Ünver’in Bursa Defterleri, s.201, Kubbealtı Yayınları, 2011; Gülbün Mesera Arşivi; kitabı isteme adresi;www.kubbealti.org.tr
[2] Ahmet Hamdi Tanpınar, “Bursa’da Zaman,” Beş Şehir, MEB Yayınları, 1992, s.108
[3] Süheyl Ünver age., s.215.
[4] Sadık Yalsızuçanlar, “Bir Modern Zamanlar Firarisi: Ahmet Hamdi Tanpınar”, Ahmet Hamdi Tanpınar, derleme eser, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2010, s.437
[5] Osmanlılar, İslam Ansiklopedisi; Mustafa Akdağ, Babaların Osmanlı kuruluşuna katkılarını kabul etmekle birlikte, onları basit tarikat ehli gibi görme, varlık temelini ise Moğol istilasının çökerttiği ekonomik ve ruhi çöküş ortamındaki dayanışmaya bağlamaktadır. (Mustafa Akdağ, age., s.46-53) Bu görüş, kanımca İsmaili Hareketi’nin Anadolu düşüncesi üzerindeki etkisini ihmal etmekte ve batıni görüşün felsefe ve akıl ile bağlantılı damarını görmezden gelmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in merakı bu açıdan yol göstericidir.
[6] Bedri Yalman, Bursa, s.4., TURİNG Yayınları, 1977
[7] Bedri Yalman, age., s.4
[8] İsmail Kaygusuz, Anadolu Bilgeleri, s.13, Su Yayınları, 2005.
[9] Geyikli Baba, İslam Ansiklopedisi.; Aşıkpaşazade Tarihi, Bilge Kültür Sanat, s.64, 2013: “Sordular. Derviş eyitdi: ‘Baba İlyas Müridiyin’ dedi. ‘Seyyid Ebulvefa tarikındanın dedi.’
[10] Abdal Musa, İslam Ansiklopedisi. Aşıkpazade Tarihi,age., s.304-309; Aşıkpazade bu bölümde kuruluş ulemasını ve dervişlerini anlatır.
[11] https://www.islamveihsan.com/seyh-edebalinin-osman-gaziye-nasihatleri.html
[12] Süheyl Ünver, age., s.205.
[13] İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Sultan Bayezid ve Cem Sultan Mücadelesi ile Neticesi; https://www.ttk.gov.tr/tarihveegitim/sultan-bayezid-ve-cem-sultan-mucadelesi-ile-neticesi/
[14] https://www.karagoz.net/tuluat_ozdemir_nutku.htm
[15] http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=15843
[16] https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/bursa/gezilecekyer/bursa-ulu-cami
[17] Molla Fenari, İslam Ansiklopedisi; https://islamansiklopedisi.org.tr/molla-fenari
[18] Emir Sultan, İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/emir-sultan
[19] Somuncu Baba, İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/somuncu-baba
[20] İsmail Kaygusuz, age., s.227; Şeyh Bedreddin, Yaşamı, Felsefesi, İsyanı, derleme eser, Su Yayınları, 2011; Şeyh Bedreddin ve Varidat, Analtar Kitaplar,
[21] Süheyl Ünver, age., s.228.
[22] https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/bursa/gezilecekyer/yesil-turbe
[23] https://www.bursa.com.tr/anit-agaclar-795.html
[24] Süheyl Ünver, age., s.129.