Facebook’un
isminin Meta olarak değiştirilmesine
ilişkin 28 Ekim’de yapılan açıklama büyük olmasa da bir sansasyon yaratmışa
benziyor. Zuckerberg aynı zamanda şirketin Metaverse stratejisini de açıkladı.
Metaverse, insanın kendi sanal suretlerini, avatarlarını kullanırken,
başkalarınınkilerle ve diğer dijital nesneler, ortamlarla iletişime geçmesi
olarak ifade ediliyor. Meta (öte) ve üniverse (evren) kelimelerinin birleşmesinden
türeyen Metaverse[1], sosyal
medya platformlarını, mesajlaşma araçlarını ve sanal gerçeklik (VR)
uygulamalarını bir araya getirmeyi hedefliyor. Hatta NFT[2]
tabanlı sanatsal çalışmalar, yapay zeka, merkezsiz finans (coin dünyası) dâhil,
tüm akıllı teknoloji ürünlerinin, platformlarının buraya dâhil edileceğini söyleyebiliriz.

Metaverse[3]
kısaca, insanın, sanal suretleriyle sanal bir ağ içinde var olması ve
faaliyette bulunması; orada yeni hayatlar kurması (second life) anlamına
geliyor.

2016’daki bir basın lansmanı
İnsanın sanal dünyadaki suretleriyle kendine second life adı altında farklı bir gerçeklik katmanı kurması bile Antik Yunan Felsefesi’nden beri tartışılan “varlık” kavramına yeni bir boyut ekliyor, beraberinde derin ontolojik tartışmaları getiriyor.
Meta’ya Doğru, Sınırlar
Meta kelimesi Yunanca kökeni itibariyle öte, sonra demek olduğuna göre Facebook bize “gerçeklik ötesi” bir dünya sunmayı vaat ediyor. Bir diğer deyişle bize maddi gerçekliğin yanında sanal bir gerçeklik, paralel bir evren sunmayı; bu yeni dünyanın ürünlerini, aktörlerini sanal ortamda bir araya getirmeyi ve burada insanın (kullanıcının) kendini sınırsız biçimde ifade etmesini hedefliyor.
Aslında böyle bir aşamaya bir anda gelinmedi. Çip, bilgisayar, telefon, İnternet, yazılım dünyasındaki gelişim ve hızlanma; VR gözlükleri, robotlar, sesli-yazılı iletişim biçimi sağlayan ürünler, 3 boyutlu filmler, oyunlar, animasyonlar bugüne kadar yürüdüğümüz yolun parke taşlarıydı. Sosyal medya tüm bu gelişimin, ürünlerin birleştiği yeni bir alana doğru hızla evriliyordu zaten. Kişilerin müzik, video, klip, vb. kendi performanslarını gösterebilecekleri hareketli görüntüleri sosyal medya hesaplarında yayınlama imkanı hızla gelişmişti. Öte yandan teknolojik inovasyonlarla küçülen fakat kapasitesi artan bilgisayar, fotoğraf makinesi, telefon vb. donanımlar ile kısa film, video, oyun alanlarındaki gelişmeleri takip etmekte bile zorlanmaktaydık. Sanal gerçeklik uygulamaları gün geçtikçe çeşitleniyor, çoğalıyordu. Yapay Zeka’yı kullanan çizim, tasarım, müzik vb. alanlarda önemli aşamalar kaydedilmiş; ortaya çıkan ürünlere bakarak “Bunların eser sahibi kim olacak?” tartışmaları başlamıştı. Dronlar yüksekten çektikleri filmlerle, görüntü dünyasında büyük bir sıçrama gerçekleştirmişti. Gerçek ve animasyon görüntüler filmler içinde bira araya gelebiliyordu. İnsansız araçları, yapay zeka ile donanmış robotik gelişmeyi ise merakla izliyorduk.
Geçmiş dönemin Yıldız Yolu, Star Trek’le başlayan uzay filmlerinde gördüğümüz hayali teknolojik görüntülerin yaratılması, kaptan köşkünün kendisi bile bir anlamda Metaverse ile karşımıza çıkan sanal âlemin öncüllerini oluşturuyordu. Matrix, Avatar, Wall-e, Yapay Zeka, Azınlık Raporu, Lucy, Yıldızlararası, Geleceğe Dönüş gibi sıra dışı bilim kurgu filmlerinde hayal dünyasının sınır tanımazlığıyla karşılaşmıştık.
Bu çerçevede, Facebook (Meta) şirketinin açıklaması, bugüne kadar hayal ürünü ne varsa hepsini sanal âlemde birleştirilmesine vurgu yapan bir aşama gibi görünüyor. Şüphesiz bu dünya sadece Facebook’a ait değil. Sanal gerçeklik alanında aktör sayısı gün geçtikçe çoğalıyor. Ayrıca sanal gerçekliği oluşturan bileşenlerin kendi mecralarında gelişmesi de sürat kazanıyor. Bu alandaki yarışın henüz çocukluk çağında bulunduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.
Benim bu süreçte ilgimi çeken ve altını çizmek istediğim boyut ise; teknolojinin insanlara, gerçekte sahip olamadığı imkan ve kabiliyetlere sanal âlemde kavuşma, istediği kimliğe bürünme, dilediği biçimde sanatsal ortamlarda performans gösterme, deneyim yaşama, kendini geliştirme ve yeniden yaratma imkanı vermesidir. Bu imkan teknolojiyi, havayı, suyu, hayalleri bile parayla satan kapitalist üretim tarzının sınırlarına tabi olsa da bize en azından “kölelikten çıkış yolunu” göstermesi açısından önemlidir. Sanal gerçekliğin merkezinde yer aldığı ikinci hayatı bu nedenle önemsiyorum. Bunu, Metaverse’ün de “Her hizmet ve ürün piyasaya ancak ‘meta’ olarak girebilir,” kuralına tabi olacağını bilerek söylüyorum. Çünkü teknolojinin sunduğu her imkan, aynı zamanda eşitlikçi ve adil dünya arayışı çerçevesinde tartışmayı gerektiren bir fırsattır.
Bugün dünyada
başta yazılım ve ilaç ürünleri olmak üzere bazı teknoloji ve telif ürünlerini,
fikri mülkiyet ve diğer hukuki koruma alanlarından çıkarma; bunların üzerindeki
hakları anonimleştirme amacını güden küçümsenemeyecek önemde hareketlerin ve çabaların
görülmesi umut vericidir. Copyleft, Özgür Yazılım hareketleri bunlara
örnektir[4]. Çoğu
zaman arka planda gizli ticari bir amaç olsa bile; çeşitli vakıflar, kurumlar
tarafından piyasaya sunulan ve yazılım geliştirmeyi teşvik eden GNU (Ücretsiz
Genel Kamu lisansı) lisanslı yazılım alanı da hızla büyümekte, kendi
kurallarını oluşturmaktadır. Yapay Zeka’nın temelini oluşturan akıllı
algoritmanın fikri mülkiyet alanı dışında kalması da bu doğrultuda bir
kazanım sayılmalıdır[5]. Microsoft
gibi büyük yazılımevlerinin “iş süreçlerinin” bile patent konusu yapılmasını
sağlama, dünyanın geri kalanını royalti adı altında haraca bağlama çabalarının
AB’de son aşamadan dönmesi çok önemli bir farkındalığı ve bilinci
göstermektedir. Fikri ve sınai mülkiyet koruma alanının sınırlanması[6]
için yürütülen küresel mücadelenin gidererek büyüyeceğini söylemek mümkündür.
Çünkü bilinir ki, hiçbir fikir yoktan var olmaz; her fikir başka fikirler,
algoritmalar üzerinde yükselir. Esinlenme, kısmi iktibas fikri gelişmenin,
inovasyonun temeli, insanlığın geleceğidir. Bu nedenle fikri haklar hak
sahibine olabildiğince sınırlı koruma hakkı vermelidir. Teknolojik gelişme
ivmesinin ve ürünler üzerindeki hakların second life’a etkileri de konuşmaya
değer bir diğer konu olarak durmaktadır.
Meta Olarak Metaverse
Meta kelimesi, Türk dilinde metafizik
kelimesindeki gibi “öte” anlamı dışında Arapçadan geçen ikinci bir anlama daha
sahiptir. Meta ve çoğulu emtia kelimeleri ticari dolaşıma girmiş mal anlamındadır[7]. Bu
nedenle, Metaverse kelimesi doğal olarak Türkçede ticari dolaşıma girmiş mal
anlamında “meta” kelimesine de gönderme yapmaktadır. Bu Metaverse’ü anlamamızı
kolaylaştıran yerinde bir göndermedir. Bir anlamda meta kelimesi Facebook’un
yeni adı olan “Meta”nın ve bize ticari bir mal (meta) olarak sunduğu Metaverse’ün
hayatımızda yapacağı değişikliğin sınırını da göstermektedir. Kısaca açıklamak gerekirse, ticari bir kuruluş
olarak facebook genç jenarasyon nezdindeki azalan itibarını yeniden kazanmayı
ve bunu yaparken ciddi kazanç elde etmeyi, pazar payını artırmayı amaçlamakta,
mevcut teknolojik imkanları birleştirerek yeni bir teknolojik ürün (platform) sunmayı
düşünmektedir. Cambridge Analytica’ya 50 milyon kullanıcının kişisel verilerini
toplaması ve bu verilerle seçimlere müdahale edebilmesi izni veren, bunu itiraf
etmiş sabıkalı; güç ve kazanç dışında bir hedefi olmayan Facebook’tan bahsediyoruz[8].
Kapitalizmin bir aktörü olarak Facebook’un ufku, yeni ismi “Meta” ile, Marx’ın ünlü eserinde anlattığı ticari dolaşım nesnesi olarak “meta” ile sınırlıdır. Facebook ticari dolaşıma ve bize Metaverse adında yeni bir “meta” sunmaktadır. Bu nedenle Facebook’un second life önerisini yaparken eşitlikçi-adaletçi bir dünya hayalinden hareket ettiğini söylemek mümkün değildir. Metaverse’ü daha iyi anlamak için onu aynı konuda farklı bir şeyle mukayese etmek yararlı olacaktır.
Stanislaw Lem’in Real’i
Stanislaw Lem
1921 doğumlu, savaş nedeniyle tıp öğrenimini bırakmak zorunda kalan, Polonyalı
bir yazar. Onu en ünlü eseri olan ve Tarkovski tarafından filme çekilen Solaris isimli bilim kurgu romanından
tanıyoruz. Solaris’te bir uzay gemisinin yörüngesine girdiği gezegeni kaplayan
okyanusun canlı olması ve bu varlığın gemideki insanların hafızalarında yer
alan kişileri canlandırması; astronotların geçmişlerinde kalan kişilerle
teması, yüzleşmesiyle karşılaşıyorduk. Lem’in en ünlü eseri olmasına rağmen,
diğer romanları da en az Solaris kadar yaşadığımız dünyaya karşı bir eleştiri
niteliği taşıyordu[9].
Gelecekbilim Kongresi isimli romanında, okuru “kimsayal uyarıcılarla her türlü ruh haline girilebilen, ‘kekokrasi’ ile yönetilen dünyada gerçeğin, birbiriyle örtüşen sonsuz sayıdaki hayal katmanlarının ardında gizlendiği” bir toplumsal yapıyla tanıştırıyordu.
Yıldız Güncesi isimli romanında okuru çıkardığı uzay yolculuklarında anlattığı inanç sahibi robotlar dünyası ile robotik geleceği; bilim ve teknoloji dünyasının dinsel dogmalarını yıkışı, savaşların inançlar arası mücadelelerin anlamsızlığıyla, “Alçaklığın ve ahlaksızlığın Evren’de sadece insana mahsus olduğu” inancıyla yüzleştiriyordu bizi.
Bize Metavers’ü hatırlatan kurgusunu ise “Yıldızlardan Dönüş” isimli romanında okumuştuk. Hatırlamak açısından kısaca bahsetmek gerekirse; 1961 yılında yayımlanan roman bir gemi ile uzaya gönderilen astronotun 10 yıl sonra görevinden geriye dönmesi ancak bu sürede dünyada 127 yıl geçmiş olması, 127 yıl sonraki dünya ile karşılaşmasını konu ediyordu.
Astronot Hal Bregg geri döndüğü dünyada bıraktığından çok farklı bir yaşam ortamıyla karşılaşmıştı. Bu yeni dünyada kaba iş diye tarif ettiğimiz tüm işler insan gibi konuşan robotlar tarafından yapılıyordu. Tüm araçlar insansız çalışıyordu. Bu araçlarla seyahat süreleri çok kısalmıştı. Evler, oteller dâhil tüm hizmet sektöründe robotlar çalışıyor, insanlar bu robotlarla birlikte yaşıyordu. İsmini ilk defa romanda duyduğumuz çeşitli akıllı araçlarla karşılaşıyorduk.
Bu refah çağında şiddet ortadan kaldırılmıştı. İnsanlar hatta hayvanlar betrize işlemine tabi tutuluyor ve şiddetten arındırılıyordu. Rekabet de ortadan kaldırılmıştı. Cinsel devrim gerçeklemiş, kadın erkek ilişkileri özgürlük, arzu, birlikte zaman geçirme temeline oturmuştu. Süresiz kadın-erkek ilişki modeli sona ermişti. İnsan görüntüsünden yaşlılık belirtileri silinmişti.
Romanda üzerinde duracağımız öncelikli konu o çağda ortaya çıkan real’lerdir. Real’ler insanların gerçek hayatla iç içe geçmiş sanal dünyalardaki yaşantısının bir türüydü. Yolda yürürken bir gruba katılabiliyor ve kendinizi tropikal bir bölgede kano yaparken bulabiliyordunuz. Bu performanstan sonra bir anda girdiğiniz sanal dünyadan çıkıp gerçek hayata dönebiliyordunuz. Ayrıca bu iki yaşantı arasındaki sınır çok şeffaflaşmış, birinden diğerine geçirgenlik artmıştı. Roman kahramanı Bregg, bazen ne zaman gerçek, ne zaman sanal dünyada yaşadığını bile çıkartamayabiliyordu.
“..Kadın
elimden yakaladı ve fazla törene gerek duymadan beni de içeriye çekti. Etraf
hemen hemen tamamen karardı; bilinmeyen kadının ılık ve güçlü elini hissediyordum,
zemin hareket etti, ışık yeniden yandı ve kendimizi geniş bir mağarada bulduk…
teker teker mağarının dar kapısından başımızı eğerek çıktık. Kendimizi büyük
bir ırmağın geniş kumullu kıyısında, tropikal bir güneşin yakıcı ışıkları
altında bulduk… Yedimiz birden dik yamaçtan aşağıya indik; ilk dördümüz bir
sonraki kayığa bindi… Böylece yol aldık. Sanki gerçekten Afrika’nın kalbine
taşınmıştık, gri-yeşil vahşi yerlerin ortasında muazzam bir ırmağın
üzerindeydik.. Aslında şelalenin ve köprüden geçişin bir göz aldatmacası
olduğunu biliyordum.. Yine de, sanki kadın gerçekten hayati bir tehlikenin
içindeymiş gibi atladım.. Bununla
birlikte, kuvvetli bir hava akımı dışında, hiçbir şey hissetmedim ve geniş bir
odaya indim, sanki en fazla bir metre yükseklikten atlamışım gibi bacaklarım
hafifçe bükülmüştü. İnsanların güldüğünü işittim…. Şelaleden, yamaçlardan ve
Afrika göğünden eser yoktu. Aydınlatılmış bir tavan gördüm..[10]”
Aslında Bregg bu Afrika macerasından sonra da sanal gerçeklik uygulamalarıyla, teknolojik ürünlerle karşılaşacaktı. Geleceğin dünyasında insanlar gerçek veya sanal çeşitli mekanlara gidiyorlar burada çeşitli “real”lere katılıyor ve kendi performanslarını sergiliyorlardı.
“Delikanlı
beni Merlin’in gerçek olmayan cümbüşçülerinden biri sanarak içimden geçip
gitmek istemişti.[11]”
Bregg’in anlatımından, dileyenin katıldığı bu özel mekanlarda gerçek gibi görünen ancak içinden geçilip gidilen, insandan ayırt edilmesi zor olan halogram görüntüler olduğunu anlıyoruz. Bir diğer deyişle katılımcılar bir mekanda cereyan etmekte olan sanal bir gerçekliğin içine girmekte orada sanal ve gerçek karakterler birlikte bir aktivite gerçekleştirmektedirler. Bu aktivitelerdeki performansa bağlı olarak sanal veya gerçek kişilerin alkışlarını, tepkilerini almaktadırlar.
Hatta sanal ve gerçek kişiler birbirine o kadar karışıyordu ki, bazen birinin kendini ben gerçek kişiyim diye tanıtması gerekiyordu. Real olarak tanıtılan bu sanal aktivitelerin yapımcılarının olduğunu da öğreniyorduk. Romanda real şöyle tanımlanıyordu:
“Real,
bir filmden daha fazla bir şeydi; çünkü ne zaman sahnenin belli bir kısmına
dikkatimi versem, orası büyüyor ve genişliyordu. Başka bir deyişle izleyici bir
yakın çekim mi yoksa bütün sahneyi mi göreceğine kendisi karar veriyordu. Bu
arada görüş alanının çevresinde kalan kısımların boyutlarında bir bozulma
olmuyordu. Bu şeytanca zeki, optik bir hileydi, çok canlı, sanki büyütülmüş bir
gerçeklik aldatmacası yaratıyordu.[12]”
İnsanlar birbirlerini gerçek hayatta ve sanal âlemde görebiliyor, diledikleri zaman sanal âleme katılabiliyorlar, ilgilendikleri noktaya zoom yaparak içine girebiliyorlardı.
Metaverse ve Real
Metaverse ve Real arasındaki yakınlaşmayı ve farklılıkları biraz daha açmak gerekiyor. Facebook’un Metaverse’ü insanın dışında duran ve tercihe bağlı olarak elimizdeki donanımlarla içine girilebilecek sanal bir dünya sunmaktadır. Lem’in sanal ortamları ise toplumun yaşam biçiminin parçası olmuş ücretsiz yapılar olduğu gibi gerçek hayatla iç içedir. Lem’in real’i gözlük takmayı gerektirmez. Aracıya ihtiyacı yoktur. Sanal dünya bir performans alanı olarak gerçek dünyanın içindedir. Zaman zaman orijinalinden ayrılamayacak denli, her an arzumuza bağlı olarak içine girebilmemize izin verecek biçimde bizimle birliktedir. Second life gerçek hayatla bileşmiş bir sentez yaratmıştır. Maddi hayat ve maddileşmiş second life aynı hayatın birbirini tamamlayan iki yüzüdür. Bu iki yüz arasındaki geçişler dolayımsızdır. Tamamen insanın tercihine, performans arzusuna bağlıdır. Dikkatli okur bu farkın Lem’in eşitlikçi toplum anlayışından kaynaklandığını da hissedecektir.
Farklı bir
dünya hayalini, real’i şimdilik kenara koyalım. Bu bakış açısıyla düşünürsek, ticari
mal olarak ortaya çıkan Metaverse’ün insanlar arasındaki eşitsizliği
pekiştirici, derinleştirici rol oynama olasılığı az mıdır? Bir diğer ifadeyle, “Teknoloji
gücün ve kavrayışın sahasını genişletir ama adil olmayan bir şekilde uygulanırsa
ve bu gücün ve kavrayışın belli odaklarda toplanmasına yol açıyorsa[13]”
görünürde güya özgürlük sunan ortamı,
plastik bir dünya olarak kabul etmemiz gerekmez mi?
Lem’in romanında insanın kendini, kamusal ortamda ve ücretsiz biçimde yeniden gerçekleştirme, geliştirme imkanlarıyla karşılaşıyoruz. Lem okurunu ontolojik sorgulamaya yöneltiyor. Ama Facebook’un bugüne kadar tanıdığımız dünyası, kullanıcılarını, onların bilgilerini bir meta olarak görmesi; Metaverse âleminde ücretsiz verilecek sınırlı şablonlar dışında sanal mekan, kimlik vb. her şeyi, sanki bize sent ile, coin ile satmayı vadettiğini düşündürtüyor. Second life deneyim bilgilerinin başına neler geleceğini tahmin etmek de çok zor değil… Tersten bakarsak, bu bilgilerin ifşa olması, satılması, devletle paylaşılması vb. davranış ihtimalleri nedeniyle insanların kendilerini bir otosansür içinde hissedeceği bile öngörülebilir.
Tüketim Dünyasında Teknoloji
Bugün, sanayi
sonrası, modern sonrası, postmodern, neo-liberal, geç kapitalizm, teknoloji
toplumu[14],
bilgi toplumu, tüketim toplumu, endüstri 4.0 gibi isimlerle anlamaya
çalıştığımız tarihi aşama, aslında bize değişen bir gerçeklik üzerinde
yaşadığımızı gösteriyor. Konumuz açısından öncelikle değişim yönünü,
dinamiklerini anlamak gerekiyor.
Baudrillard’ın gözlüğüyle bakarsak; postmoden dünya, modernin evrenselleşme ilkesine karşı küreselleşme ilkesini çıkarmıştır. Evrensellik değerlerin, insan haklarının, özgürlüğün, kültürün ve demokrasinin, küreselleşme ise teknolojinin pazarın, turizmin, bilginin ifadesidir. Küreselleşme tüm kültürler arasındaki farklılıkları ve değerleri yok etmeyi hedef almıştır. Bu nedenle küreselleşme farklı olanı yok etmeye kodlanmıştır.
Köklerinden
kopan yalnızlaşan bireyin tek seçeneği tüketime yoğunlaşmaktır. İnsan artık
tüketici kimliğiyle seçmek zorunda kaldığı nesneler dünyasının efendisidir. Bu
efendiliğin diyeti de tüketim, ticaret, kitle iletişim, medya aktörlerinin
yönettiği yaşam biçiminin köleliliğidir. Seçme özgürlüğüne sahip efendi
görünümünde bir kölelik yani… Tüketim toplumu eşitlik hedefini tüketim nesneleri
karşısında eşitlik olarak sunmaktadır. İnsanlarda gördüğü, seyrettiği tüm nesnelerin
sahibi olabileceği yanılsamasını yaratmaktadır. Bu, tüm kitle iletişim
araçları, sosyal medya araçlarıyla yaratılan öylesine şiddetli bir ideolojik
bombardımandır ki, insan gerçeği algılayamamakta; tüketim bir ihtiyaç olmaktan
çıkıp insanı köleleştiren[15],
“sahip olmayı motive eden”; gerçeğe, nesnelere, insan hayatına karşı bir
yabancılaşma aracına dönüşmektedir. Nesneler insanın fantasma dünyasının
özneleri haline gelmektedir. Tüketim toplumu insanı karşısına çıkan fantasma dünyası
karşısında büyülenmiş, tüketim nesneleri fetiş haline gelmiştir artık. Öyle ki,
vücudu bile kendine yabancılaşan insan, kendine pazardan burun, kulak, dudak, baldır,
kalça, alın, çene, yanak temin etme peşine düşmekte; insan, ürün gamını sürekli
zenginleştiren vücut piyasasında protez seçmekten, kendi doğal güzelliğinin
farkına bile varmamaktadır. Bu protezler aynı zamanda protez (taklit) bir
yaşamın da unsurları haline gelmektedir.
Baudrillard’a göre, “Modern endüstri toplumunun anahtarı üretim iken, postmodern toplumda ‘gerçek’i önceleyen modeller olarak ‘taklitler” toplumsal düzene egemen olmaya başlarlar.. Bugünün bireyi bir sentez sonucu ama bir protez gibi ortaya çıkmaktadır. Protezler ise hayat boyu –ama protez olarak- var olurlarlar.[16]”
Postmodern dünya hayallerimizi de belirlemektedir artık. “Birey ne istiyorsa ona sahiptir, ona sunulan yeterlidir, bir aşkınlığa, geleceğe ve rüyaya ihtiyacı yoktur[17].” Günümüz insanı hayalleri bile belirlenmiş protez bir yaşantıya doğru evrilmektedir. An’ı yaşayan bireyler, modern toplumun kuruluş aşamasının tersine, birbirlerine, topluma ve politikaya kayıtsız kişilere dönüşmüştür. Tüketim dışında dünyadan soyutlanmış insan protez ve yalıtılmış hayatları dışında her şeye kayıtsızdır… Hayal, rüya dâhil ihtiyacı olan şeyler ona, zaten meta olarak sunulacaktır. O da, ideolojik hegemonya belirleyiciliğinde zihnine önceden yerleşen ancak özgürce seçtiğini, ihtiyacı olduğunu sandığı şeyleri talep edecektir.
Tek tek her birine karşı düşünceler yöneltilse de, Baudrillard dâhil postmodern toplum yapısını eleştiren düşünürlerin ciddi bir kısmı; yeni tüketim toplumu insanının, modern insanın karşıtına dönüştüğü ve özgürlüğünü yitirdiği noktasında yoğunlaşmaktadır[18].
Nitekim modern dünyanın yurttaşı, bugün haklarının yavaş yavaş budandığı postmodern dünyanın “kısmi vatandaş”ına dönüşüyor[19]. Modern toplumsal değerler, değersizleştirilmeye tabi tutuluyor.
Geçmişin değerlerini insanın sırtında bir kambur olarak, özgürleşme önünde engel olarak görerek; postmodern dünyanın insanı teleolojik düşünceden kurtardığını söyleyerek sürece olumlu bakanların karşısında önemli bir soru duruyor? Postmodern dünyanın atomize ettiği, teknolojik ürünlerin de bu süreci kolaylaştırdığı bir ortamda, politik yaşantısı sona eren insan, geleceği hakkında kollektif karar süreçlerine nasıl katılacak, otoriter yöne evrilen dünya karşısında neyi nasıl söyleyebilecek, itirazını hangi biçimde dile getirecek? Yoksa kabullendiği temsili hayatın efendileri bunu da onlar adına yapacak…
Böyle bir
dünyada tüketim ideolojisi içine hapsolmuş bireyin, Metaverse’ü insani varlığını geliştirme, gerçek eşitlik-özgürlük yönünde
kullanması mümkün olabilir mi? Onun second life’ı mevcut maddi
yaşantının gerçekten alternatifi ya da olumlu anlamda tamamlayıcısı olabilir
mi?
Makine Uzantısı İnsandan İşlemci Uzantısı İnsana[20]
Sanayi toplumunun ilk aşamasından itibaren “teknik” öncelikle sanayi alanı olmak üzere toplumsal örgütlenmenin içinde yer alır. İlk dönemde teknik münhasıran makine tarafından temsil ediliyordu. Merkantilist dönemin makine kullanan insanı giderek makinenin uzantısı haline gelen insana dönüşmüştü. Bant teknolojisinin gelişmesiyle birlikte işçiler bölünen üretimin gittikçe küçülen bir parçasını yapar hale gelmişti. Ancak “teknik”in, sadece fabrikaları değil tüm toplumsal faaliyetleri, ilişkileri ele geçirip içselleşmesi zamanla, giderek artan oranlarda yayılarak ortaya çıkmıştı. Teknik artık tüm toplumsal süreçlerin merkezindedir. 20.yy.’ın son çeyreğinde Yeni Taylorizm karşımıza yeni tanımlarla çıkmıştı: Genel kalite, sıfır hata, kalite çemberi, ISO standardı, grup çalışması, tam zamanında, çok değerlilik[21]… Yine bu dönemde Taylorizm’in en küçük iş parçasının en kısa sürede yapılması ilkesi sanayi alanının dışında, başta sigorta, mali ve hukuk alanları olmak üzere tüm hizmet alanına da yaygınlaştırılmıştı[22].
Sanayi toplumlarının merkezinde konumlanan makine günümüzde yerini farklı bir makineye, bilgisayara bırakır. Bilgisayarla birlikte artık sadece iş süreçleri değil, bilinç ve muhakeme de teknik işlemin alanına girer[23]. Bilgisayarları birleştiren, onları kuşatan Internet ile karşımıza çıkan; nesnelerin interneti, siber fiziksel sistemler, büyük veri, veri analitiği, öğrenen sistemler, bulut bilişim, artırılmış gerçeklik, siber güvenlik, yapay zeka, siber güvenlik, sana gerçeklik, yatay dikey yazılım entegrasyonu[24] gibi teknolojik gelişmeler karşısında Taylorizm bu kez karşımıza Dijital Taylorizm ismiyle bize yeni ilkelerini vazeder: Standartlaşma, mekanikleştirme, hassaslık, dakiklik[25]. Aslında daha önce tanıdığımız ilkelerin dijital dünyaya tatbikinden bahsediyoruz. Fark, Dijital Taylorizm’in artık bir işletmede, ya da o işletmenin yapısı içinde değil, küresel ölçekte ve her alanda uygulanmasında… ISO’lar, İnternet protokolleri de bu amaca hizmet ediyor. Bu dört ilke sermaye açısından değil de emekçi açısından düşünülürse “insan dışılaştırma” serüveninin devam ettiğini rahatlık görebiliriz. İş süreçlerinin küresel niteliklerini ifade eden bu isimler patrona kazancı ifade ederken aynı zamanda emekçiye biçilen dünyayı anlamak için gerekli kavramları da ortaya koymaktadır: Standartlaşma, makineleştirme, hassaslık, dakiklik… Hem de bilimsel düzeyde(!) Küresel sermaye tam da “Şecaat arz ederken Merd-i Kıptî sirkatin söyler” durumundadır. Emekçiye biçilen hayatın dört boyutu açıkça itiraf edilmektedir.
Yapay Zeka ile ortaya çıkan öğrenen ve değerlendiren bilgisayarlar artık insan zihnini yöneten araçlara dönüşmüştür. Sanayi toplumunun kol emeğini yöneten makinesinden, zihni yöneten bilgisayar ve yazılımlara, henüz emekleme aşamasında olsa bile düşünen makinelere[26] geçiş sürecindeyiz. Artık emekçi dediğimizde, klasik tanımın yanında; işletim sisteminin, yapay zeka ile teçhiz edilmiş yazılımın kendisine yapmasını söylediği “standart, mekanik, hassas, dakik” işlemi yapan, işlemcinin işlemcisi olarak emekçiden söz ediyoruz:
“Teknolojiye ilişkin salt işlevsel bir kavrayışın barındırdığı ikinci tehlikeyse ‘işlemsel düşünme’ adını verdiğim tarzdır.. dünyayı işlemleme dışında herhangi bir çerçevede düşünmek ve ifade etmek de imkansızdır artık[27].”
İşlemsel düşünce artık teknoloji toplumlarının düşünme tarzı haline gelmektedir. Her iş işlemlere ayrılmış ve emekçi o işlemlerden birini, bazılarını kendisine emredildiği şekilde yapan “postmodern köleye” dönüşmüştür. Emekçi, artık kendisinin veya bir başkasının yaptığı işlemin de bir parçası olmakta, “işlemsel düşünme”nin sınırları içine hapsolmaktadır. Üstelik iş dışında kalan tüm yaşam alanlarında da işlem dünyalarının içinde yaşamaktadır. Hatta yaşayıp yaşamadığı ya paylaştığı post sayısı, beğeni sayısı ya da tık sayısıyla ölçülür hale gelmiştir. İnsan elindeki telefonla, evindeki bilgisayarla, işyerindeki donanımlarla sürekli işlemler yapmaktadır. İşyerinden kafeye gittiğinde o sadece kafe içmiyordur, pos cihazında bir kapuçinoluk işlemdir. O vergi dairesinin gözünde, bir gün içinde x işlem yapmış bir kişidir. Her şey işlemdir artık.
Yeni bir ciddi tehlike vardır karşımızda: Mevcut eşitsizlikçi toplumsal yapının kendisini yeniden üretmeye programlanmış “işlemsel düşünce”, kendisinin siyasal ve duygusal yönden tarafsız olduğunu zannetmektedir[28]… Oysa işlemsel düşünce sadece ve sadece mevcut olanı küçük parçalara (işlemlere) ayırmakta ve mevcudu farklı formlar halinde yeniden üretmektedir. Yani eşitsizliği, yani adaletsizliği…
Akıl önce makineyi yarattı, makine zanaatçıya yardım etti (merkantilizm). Kapitalizm emekçiyi makinenin uzantısı haline dönüştürdü (Sanayi Devrimi); onu mekanik bir fonksiyonla sınırladı. O fonksiyonu, en küçük zaman aralığında yapılan en küçük parçalara ayırdı (Taylorizm). Yapılacak işlemi banta taşıdı (Fordizm) işçiyi de orada konumlandırdı. Daha sonra makineleri yöneten bilgisayar-işletim sistemleri geliştirildi. Mekanik işlevlerin gittikçe artan kısmını robotlar yerine getirmeye başladı. İşsizler çoğaldı. Ve nihayet kalan emekçiler işletim sistemlerinin uzantısı haline dönüştü (Dijital Taylorizm). Postmodern toplum onları işletim sisteminin yönettiği ve sistemin emrettiği “işlemi” yapan emekçiler haline getirdi.
Makineyi yöneten insandan, makinenin yönettiği, oradan da makineyi bile görmeden arayüzler ve ara donanımlar[29] vasıtasıyla iletişim kurarak işlem yapan insana doğru bir gelişimdir bu… İşlemsel düşünce karmaşık sistemin köleci yanını gizlemekte insanın insani gelişimi için hiçbir vaatte bulunmamaktadır. Tek bir vaadi vardır: “Her şeyin sahibi olabilirsiniz. İşlemsel düşünce tarafsızdır…” Dünyanın büyük çoğunluğu bu vaadi ve ürünlerini sadece uzaktan seyrederek; işlem yapma imkanına sahip olanlar ise insan dışı niteliği gizlenmiş işlemleri yaparak yaşayacaklardır artık.
Modern dönemde
sınırlı da olsa emekçinin üretimde, makinanın uzantısı olsa da bir “özne” olduğunu
görme ve “kölelik durumuna” itiraz etme imkanı vardı. Oysa postmodern dönemde emekçi,
artık işlemler dünyasının ötesini görme, kendisini bir özne gibi hissetme
imkanına sahip değildir. Giderek yaygınlaşan apolitik yaşamın temelinde de bu
vardır[30].
İşlemleme dünyası insanla gerçeklik arasına kalın bir perde örmektedir. İnsan modern döneme göre daha derin bir
yabancılaşma mekanizması ile karşı karşıyadır. Üstelik işlem dünyasında güya zihinsel yeteneği kullanıp bir işlem
yaparken; zihnini kendine
yabancılaştıran, o zihin ile insani varlığını geliştirecek faaliyetler yerine,
tüketen işlemler yaptıran, onu sadece meta alım-satımına yönelten trajik bir
süreçtir bu. Ayrıca insan, robotlaşmanın getirdiği işsizlik
karşısında başka bir yanılsama tarafından kuşatılmaktadır: Yoğun işsizlik
ortamında iş bulan emekçiler kendini imtiyazlı, akıllı kişiler olarak görmektedir.
Dünyayla ilişkisini para temelinde yaşayan biraz daha varlıklı insanlar ise,
küresel dünyanın yeni efendileri olarak fonlara, startuplara yatırım yaparak,
kar oranına göre zekalarını test etmektedirler. Postmodern toplumlarda köleliği gizleyen yeni birçok katman daha
kurulmuştur, kurulmaktadır… . Yeni iş insanları modern dönemin müteşebbis
kimliğini unutmuş, sermayenin yeni aktörleri olarak çeşitli kimlikler ardına
gizlenip keyif sürmektedirler. Her ne kadar melek kelimesi bu adaletsiz, eşitsizlikçi,
cürüm dolu, savaş dolu, katliam dolu dünyadan dolayı bir melek kadar suçsuz olduklarını ifade ediyorsa da; Angel Investor
(Melek Yatırımcı) kimliğiyle aslında insanlara melek olmayı, kendilerine
ise her zaman daha fazla kazanç sağlamayı dilemektedirler… Tam Ferhan
Şensoyluk-ustayı da anmış olalım- bir oyun konusu aslında: Oyunun afiş adı
“Cennet ve Şeytan”. Alt cümle: “Ama insana melek olmayı, cennette huzuru vaad
etmiştik.” Sahne sonunda Şensoy haykırır: Tarihin sonu gelmiş, ilahi düzen kurulmuştur artık!
Kişisel Gelişim ve Gelecek
Tarihi gelişim teorisi bizlere kapitalist üretim sürecinin emekçiler açısından “insan dışı” bir yaşam ürettiğini ortaya koymuştur. Bu insan dışı yaşamdan kurtulmak için kapitalist üretim sürecinin empoze ettiği “öz yaşam koşullarına” itiraz gerektiğini belirtmiştir.
Tüketim toplumları bu “öz yaşam koşullarını” daha da kötüleştirmiş yukarıda değindiğimiz gibi üzerine bir tül örtüp gizlemiştir. Üstelik gelişen kitle iletişim araçları ve sosyal medya üzerinden, insanın körleşmesini sağlayacak ideolojik hegemonyayı tesis etmiştir artık. Hızlı gelişimi sonunda sanki insanın dışında, kendine özgü bir varlığı olduğu yanılsamasını yaratan, gündelik sorunları içinde insanı “büyüleyen” teknoloji; karşısında herkesin kendisini silik bir nesne gibi hissetmesine yol açan bir algılama dünyası yaratmıştır. İaşe-barınma gibi zorunlu olanlar yanında ideolojik aygıtlarla yaratılan sanal ihtiyaçları karşılamanın giderek tek hedef haline geldiği tüketim toplumunda insan gerçek ve sanal ihtiyaçlar arasında sıkışmış deyim yerindeyse şizofren bir hayata mahkum edilmiştir.
İş bulamadığı için iaşe-barınma sorunlarıyla uğraşan veya iş bulmalarına rağmen üretim süreçlerindeki hücreler içinde (işyerlerindeki modern bölümler, panolar da bu hücreyi temsil eder) yürüttüğü küçük iş parçaları, işlemler içine mahkum olan insan; çağımızın eriştiği bilimsel, felsefi, sanatsal bilgi ile hemhal olarak kendini geliştirebileceği tüm aktivitelere yabancılaşmaktadır. İnsanı apolitikleştiren bu ortamda gerçeğin farkında olanların da felsefe, politika, sanat alanlarındaki insani aktivitelere ulaşma mesafesi giderek artmaktadır. Ulaşabilenlerin büyük çoğunluğu ise, ulaştıkları alanlarda aktör olmaktan ziyade seyirci olarak var olabilmektedir. Kol ve zihinsel faaliyetler bu kez, birbirlerinden fay hatlarıyla, uçurumlarla ayrılmaktadır.
Öyle görünüyor ki, Facebook’un Metaverse’ü, aslında gerçek ve onun medyadaki yanılsamalı imajları arasına sıkışmış insana, bundan kurtulacak bir “öte”ye değil; maddi hayatın gideremediği açlığı, mutsuzluğu, yoksunluğu sadece sanal ortamda gidermeye taliptir… Ne ilginç! İdeolojik aygıtlarla sanal ihtiyaçlar yarat, sonra da o sanal ihtiyaçların giderileceği bir second lifeoluştur. Yaşanan gerçek Aristoteles’in dili ile “ne ise o olarak”, ayıpları, kusurlarıyla aynı şekilde, “tarafsızca” devam etsin.
Üstelik Metaverse adı altında sunulan sanal ortam, bir meta olarak; insanın “insani itirazı”nı da absorbe etmeye yarasın. Deve kuşu misali, insan başını “sanal dünyaya” sokacak ama maddi varlığı gerçek dünyada acılarıyla, yoksunluklarıyla kalacaktır. Metaverse’ün vaadi bu kadardır…
Avatarlaşma ve Aristoteles
Aslında Black Miroir dizinin birçok bölümünde teknolojinin insan organlarına müdahale ederek, protezlerle onları yavaş yavaş siborg haline dönüştürdüğünü, sanal ve gerçek dünyaların iç içe geçmeye başladığını görmüştük. Bioteknolojinin de içinde olduğu bu sürecin birden fazla boyutu var. Bir boyutun insan beyninin robotlara bağlanması ve nihayet -şimdilik mümkün değilse de- insan beyninin robotların kuantum veya bioteknolojik hafızalarına aktarılmasına kadar uzanacağını öngörebiliriz. Ayrıca yapay zeka ile teçhiz edilmiş robotların, ilk kez Turing testinde kazandığı “öğrenen makine” kimliği ile “düşünen makine” hedefi arasında durmadan geliştiğini de ifade etmek gerekir[31]. Hücre, genom ve insan mühendisliği, kuantum alanındaki çalışmalar tüm hızıyla devam etmektedir[32]. Şimdilik insan ömrünün uzatılması, protezler, hücre onarımıyla sınırlı bu çalışmalar eğer “insanın ölümsüzlüğü” aşamasına ulaşırsa orada başka bir ontolojik değerlendirme gerekecektir. Bu özel alanı da bir kenara koyarak devam edelim.
Avatarlaşmada karşılaştığımız ise tamemen farklı bir durumdur:
“Sanal dünyaların en önemli özelliklerinden biri de kullanıcıların avatar olarak isimlendirilen sayısal sunumlarla kendilerini ifade edebilmelerine olanak tanımasıdır. Avatar sanal ortamda kullanıcının animasyonlu, sayısal sunumudur (Holzwarth vd., 2006). Avatarlar sanal sohbet, sanal alışveriş, sanal ofis ve çevrimiçi eğitim gibi ortamlarda tercih edilebilmekte, kullanıcıların psikolojik ve algısal olarak bu ortama dalmalarını sağlamaktadır (Chung vd., 2003). Sanal dünyalar, kullanıcılara geniş özgürlükler tanımaktadır. Örneğin, alternatif kimliklere bürünmek, teknolojik olanla insan kimliğini birleştirerek benliği bütünüyle yeni bir şeye dönüştürmek mümkün olmaktadır (Robins)[33]”
Sankskritçe bir kelime olan Avatar, Hint Tanrısı Vişnu’nun bir enkarnasyonunun adı. İnsanın sanal sureti olarak Avatar, Tanrı’nın insanlarla iletişim sağlamak için, yeniden yeryüzüne inişini simgeliyor. Kutsal Ruh’un yeryüzüne inerek İsa’nın vücuduna yerleşmesi gibi… Avatar etimolojik anlamıyla, üç göndermede bulunuyor. Bir eylem (iniş ve farklı bir form alış), bir fenomen (isteğe bağlı ortaya çıkış) ve bir ilişki olarak (araç)[34]…

Avatarlaşmayı, insanın sahip olmadığı ama arzuladığı fiziki, entelektüel kapasite veya performans yetenekleriyle teçhiz edilmiş second life içindeki suretlerinin, gerçek insanlar ve başka insan avatarlarıyla iletişime geçtiği, birlikte performans gerçekleştirdikleri süreçlerinin genel adı olarak düşünebiliriz. Avatarlaşma, insana, bu dünyanın fiziki, zihinsel sınırlarından kurtularak kendini farklı kimliklerle çoğaltma imkanı vermektedir. Bu sanal kimlikler insana aynı zamanda farklı bir deneyim sunacak, gerçek beninin bu deneyimle beslenmesini sağlayacaktır. Uçan bir insan, suyun altında yüzen bir insan, yeteneği olmadığı bir alanda örneğin bir virtüöz olarak insan gibi… İnsan mevcut sınırları öylesine aşabilecektir ki, dilerse karşı cins deneyimi yaşama imkanına bile sahip olabilecektir. Bir erkek veya kadın olarak veya bir sanat formu olarak, kendisini, görmek istediği kimlikle veya karşı cinsi etkilemek amacıyla yeniden üretebilecektir. Bu konuda üç yaklaşım görülmektedir: i)Avatar kimlikleri, gerçek kimliğin soluk, temsili bir kopyası olacaktır, ii)Bu sanal kimlik bazen gerçek kimliğin iyileştirilmesine hizmet edecektir, iii) Sanal kimlik gerçek kimliğin geleceğidir ve bu her iki kimlik gelecekte insana hibrit bir şahsiyet sunacaktır.[35] Öyle anlaşılıyor ki, avatarlaşma insana maddi yapının üzerinde kurduğu tiranlıktan[36] kurtulma; kendi benini tanıma, gerçeği sorgulama, her konuda ciddi bir deneyim, duygusal dünyanın zenginleşmesi imkanı verecektir.
Bir insanın second life’da sonsuz avatar kimlikleriyle diğer insanların sonsuz avatar kimliklerinin karşılaşmasıyla yaratılacak sonsuz evreni hayal etmek bile çok zor. Artık bir beyin içine hapsolmuş akıldan değil, birden fazla avatar kimliği içindeki sanal ancak maddi hayatın parçası olarak birden fazla akıldan ve bu akılların ortak deneyiminden, müşterek uslamlamasından bahsetmek gerekecek. Ontolojinin yeni bir varlık tanımı yapması gerektiği düşüncem de buradan kaynaklanıyor.
Nihayet filozofların filozofu Aristoteles’in varlık üzerine düşüncesine ve konumuzla ilgisine geçebiliriz artık. Second life, avatarlaşma ile sanırım sanal suretleriyle bütünleşik yeni bir varlık ve akıl tanımı yapma ön evresinde bulunuyoruz.

Aristoteles, Atine Ulusal Arkeoloji Müzesi
Aristoteles, insanın ontolojik anlamı peşine düştüğünde İlk Filozoflar’ın düşünce dünyalarının olduğu kadar hocası Platon’un idealar dünyasının, insanı ve evreni açıklamaya yetmediğini görmüş, onları Metafizik isimli eserinde eleştirmiş; ideaları ve aklı insanın maddi varlığının içine sokmuş, insanı madde-form ilişkisi içinde incelemiştir[37]. Duyusal bilgiye önem vermiş, Tanrı’yı “düşünmenin kendisinin düşünülmesi[38]” olarak tanımlayarak “insan aklına” çok büyük bir alan açmıştı. Bununla yetinmemiş, insanı “politik bir hayvan/zoon politikon” olarak tanımlamış[39] ve insanı ayırt eden önemli özellik olarak onu eylem (praksis) ve düşünme faaliyeti[40] ile ilişkilendirmiştir[41]. Gerçi eylem yeteneğini öne çıkartan değerlendirmesini insanın kölelerden farkını vurgularken yapmıştır. Ancak eşitsizlikçi filozoflar arasında yer alan Aristoteles’in köle varlığını doğal olarak kabul etmesini bir kenara koyarsak; eylemi insanın en önemli niteliği olarak değerlendirmesini devrimci bir düşünce olarak kabul edebiliriz. Praksis’e asıl anlamını ise Aristoteles’i bir deha olarak kabul eden Marx verecektir. O kendini, toplumu dönüştürme yeteneğine, kapasitesine sahip insanın; kapitalizmin mahkum ettiği insan dışı yaşamdan ancak eylemi ile kurtulabileceğini belirterek bir eylem teorisi kurmuş ve kendisi de bu eylem türünün ilk evresine bizzat katılmıştır. Filozofların 2500 yıldır Aristoteles-Platon paradigmasının etrafında dolandığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Bir anti-filozof olarak Marx ise, doktorasını felsefe üzerinde yapmasına rağmen, bu tartışmaları bir kenara koyalım aslolan dünyayı değiştirmektir, anlayalım ama kafayı eylem teorisine yoralım demişti.
Second life ve avatarlaşma ile insan, maddi varlığının sınırlarından kurtulma imkanına sahip olarak artık birden fazla sanal varlıkla birleşecek başka bir varlığa dönüşme arifesindedir ve bu durum, yeni felsefi tanımlara, yeni eylem teorilerine, yeni toplumsal yaklaşımlara ihtiyaç duyurmaktadır.
Metaverse’ün, kuracağı sanal dünyada, avatarlaşmayı insanın “varlıksal dönüşümü” gerçekleştirme yönünde kullanma hedefi olmadığını söylemiştik. Ancak insanın maddi sınırlarının ötesindeki hayatları avatar suretiyle yaşaması, avatarlaşması hayal edilmiştir bir kez… Cehov’un ünlü sözündeki gibi, öyküde silah bir kez görünürse mutlaka patlar.
Bir Kurtuluş İmkanı Olarak Teknoloji
Teknolojik imkanları farklı toplumsal hedefler için kullanmak da imkan dâhilindedir elbette. Bu anlamda teknolojinin rengi yoktur. O her amaç için kullanılabilir. Özgürlüğü yok etmek için de, özgürlüğü sağlamak için de[42]… Çocuklarımızı yetiştireceğimiz, gelecekte kendimize layık gördüğümüz; insani değerlerle taçlanmış toplumsal yapı hayali-hedefi olmadan ortaya çıkan ve çıkacak tüm teknolojik gelişmeler, mevcut toplumsal yapının aynen-yeniden üretimine ve eşitsizliklerin derinleşmesine yol açmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Bir diğer deyişle teknolojik ürünler tek başlarına hiçbir ontolojik anlama sahip değildirler. Ancak içinde yer aldığı hegemonik ideolojinin türüne göre farklı amaçlara yönelebilir[43]. Bu nedenledir ki, teknolojinin bu hızlı gelişimi etik yönden kontrol altına alınmalıdır. Isaac Asimov, 1950 yılında “Ben Robot” ismiyle kitaplaştırdığı bilim kurgu öykülerinin başında bu konuda ilk etik çalışma sayılabilecek “Üç Robot Kanunu”nu açıklamıştı[44].
Bir amaca yönelmiş haliyle teknoloji artık bir alt-ideolojiye dönüşür. Üstelik bilimsel gelişmelere dayandığı için, söyledikleri a priori olarak doğrudur anlamında, kendisinin bilimsel olduğunu iddia eden bir ideoloji… Öyle ya bilim denilince akan sular durur. Kim böylesine bir gelişmenin karşısında durabilir ki (!)
“Teknokratik bilinç bir yandan tüm eski ideolojilerden “daha az ideolojiktir”; çünkü çıkarların doyurulmasını yalnızca yansıtan bir körlüğün opak gücüne sahip değildir. Öte yandan, bugün başat olan daha çok camsı arka plan ideolojisi, bilimi fetişleştiren ideoloji; eski tipteki ideolojilerden daha karşı konulmazdır ve daha geniş etkilidir…[45]”
Eşitlikçi-özgürleştirici adil bir yaşamı egemen kılmak için, Aristoteles diliyle ifade etmek gerekirse, imkan dâhilinde olanı mümkün kılmak için bir araya gelmek ve karar almak gereklidir. Bunun siyasi bilinç ve kollektif bir çaba konusu olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Şimdilik görünen odur ki, kapitalist dünya, bu siyasi bilincin; insanın bir özne olarak kendi geleceği ve yaşacağı toplum hakkında karar alma imkanını ortadan kaldırmak için elinden geleni yapmaktadır[46]. Böyle bir toplumsal yapı içinde Metaverse’ün bugünkü tüketim toplumu bunalımı içinde sıkışmış olan insanlara bir kaçış aracı sunmaktan başka bir işe yaraması mümkün görünmemektedir.
Metaverse’ün mottosunu söyleyelim o zaman: “Somut gerçekliği düşünme, onu anlamaktan kaçın sen, sanal gerçeklikle idare et… Gerçek hayatta mutlu olman zaten mümkün değil, ben sana sanal mutluluk sunuyorum. Dene! Pişman olmayacaksın, bu dünyanın acılarını unutacaksın…” Tıpkı bir zamanlar kilisenin acılarla dolu bu dünya yerine cenneti vaad etmesi gibi… Onun postmodern versiyonu. Bir zamanlar İngiltere’de işçi sınıfının 15 saat çalıştıktan sonra eşitsizliği-adaletsizliği, başka bir hayatı düşünmemesine, beyninin uyuşmasına neden olan, boş zaman içeceği sıfatıyla giderek yaygınlaşan “cin[47]” işlevi gibi bir şey…
Oysa Lem’in “Yıldızlardan Dönüş” romanında çizdiği sanal dünya bize bir refah toplumu olarak adil toplum hedefine yaklaşmış bir insani yaşam içinde bu teknolojiyi anlama imkanı sunmaktaydı. O dünyada, insanların kendilerini sanal dünyalar, sanal varlıklarla geliştirme imkanına sahip olduğunu, tüm insanlara eşit davranıldığını, hiç olmazsa romanda görmüş, hissetmiştik. Yukarıda değindiğimiz Lem’in real’inde gerçek hayat içinde halogram suretlerin gerçeği ile karıştırılabilecek ölçüde yer alması, insanların gerçek ve sanal kimliklerle gerçek hayatın içinde bir arada yaşaması ise avatarlaşmada son aşamayı temsil ediyor. Bu da aklı tek bir insan beyni ve tek bir yaşantı içinde konumlandıran varlık teorisinin zorunlu bir dönüşümü ifade ediyor… Bugüne kadarki tüm muhalif düşüncelerin eylem teorilerini yeniden gözden geçirtecek ve hatta yenisinin gerekliliğini ortaya koyacak kadar önemli bir dönüşüm…
Metaverse’ün bize sunduğu, mevcut sınırlar içinde hibrit bir yaşantıdır. Avatarlaşma ise hermafrodit bir yaşantı tasvir etmektedir. İlkinde insan ve teknoloji yaşantısını yan yana beraber sürdürmektedir. İkincisinde ise insan ve teknoloji bir sentez yapmakta gerçekliğin iki yüzü bütünleşmektedir.
Hâsılı, teknolojinin rengi yoktur[48]. Siz ona hangi gözlük camıyla bakarsanız onun rengini alır. Bir amacı gerçekleştirmeye yöneldiği anda ideolojikleşir[49]. Facebook’un Metaverse’ü bize ontolojik anlamda varlığımızı geliştirecek bir müjde verir gibi durmuyor… Böyle bir iddiası da yok zaten. Ama hiç olmazsa, Stanislaw Lem’in “real”ini ve insan varlığının dönüşüm ihtimalini hatırlatıyor bize. Yazımı Bridle’ın sözleriyle kapatıyorum: “Bu durumda yeni teknolojilerden ziyade yeni metaforlara, karmaşık sistemlerce biçimlendirilen bu dünyayı tanımlayacak üst dile ihtiyacımız olduğu açık. İnsan, siyaset, kültür ve teknolojinin iyice iç içe geçtiği bu dünyanın gerçekliğini hem tanıyan hem irdeleyen yeni bir stenografiye ihtiyacımız var[50].”
Her şeyden önce teknolojinin yarattığı illüzyondan kurtulma ve teknolojik ürünleri efsunlanmış gibi seyretme, kullanma, satın alma histerisi içine mahkum edildiğimiz işlemler dünyasına karşı kölelik halimize son verecek büyübozumu şenliklerine, yaratıcı tartışmalara ihtiyacımız var. Önce eşitsiz düşünceyi-yapıları, adaletsizliği yıkıcı ve güzel bir dünya kurulmasını destekleyici yaratıcı şenlikler… 3000 yıl önce Dionysos şenlikleri “büyüleyici vasfı” ile belirmişti. Yeni şenliklerin ise “büyübozumu” ile başlaması gerekiyor. Sonrası gelir…
Kaynak: Birikim Dergisi’nin Ocak-Şubat 2022 ayında yayımlanan, 393-394
numaralı sayısında yayımlanmıştır.