Birinci Sahne: Sanatçı Beyaz konuşuyor; “Ben anlamadan alkışladım, anlasaydım alkışlar mıydım?”
Saçmalık aslında dava konusu olayın hemen ardından baş göstermişti. Ayşe öğretmeni bir öğretmen değilmiş ya da terör örgütü mensubuymuş gibi gösteren başlıklar, suçlamalar vb… Eğer bir kısım medyada sistemli saldırı başlamasa, herhalde bir televizyon programındaki masum sözlerden bir suç çıkarmak savcının aklına gelmeyecekti. Medyanın Ayşe öğretmene karşı yargısız infaza girişmesi ardından kanalın ve sunucu Beyaz’ın arka arkaya özür dilemesine çok şaşırdık mı? Hayır… Bugünlerde buna basın özgürlüğünün ileri hâli deniyor… Bahane hemen hazır, “terör örgütü propagandası” yapmış… Dağ, taş susuyor; akan su duruyor… Hukuki olmasına gerek olmayan, “Dışarıda yağmur yağıyor/Vay sen bana ördek mi dedin?” misali bir mantıkla, sarf edilen her sözcüğü her ifadeyi terörle ilişkilendirmek mümkündür. “Böyle bir suçlama mantığı kabul edilirse, iktidarın beyanı dışındaki hiçbir görüş ifade edilemez,” demek kimsenin aklına gelmiyor…
Propaganda suçlarının kendi de tartışmalı olmakla birlikte, kişinin açık biçimde terör örgütünün, eyleminin propagandasını yapma, bir diğer deyişle silahlı kalkışma, silahlı şiddet kullanma gibi yöntemlerin propagandasını yapma amacı yoksa zaten ortada suç yoktur. Anayasa Mahkemesi’nin diliyle söylersek, “terör örgütünün düşüncelerine paralel açıklamalar yapmak,” propaganda suçunu oluşturmaz. Üstelik Türk Ceza Kanunu’nun 26.maddesinde geçtiği hâliyle bir hakkın kullanıldığı yerde suç olmaz. İfade özgürlüğünün kullanıldığı yerde bu nedenle kural olarak suç da olmaz. İfade özgürlüğü temel hak ve özgürlükler kataloğunda bulunduğu için bir ifadeden suç çıkarmaya çalışmak modern hukukun kabul edebileceği bir yöntem de değildir. Savcının görevi sözcükleri suçlamak değil tam tersine sözcüklerin ifade edilmesini güvence altına almaktır.
Türkiye Barolar Birliği, barolar davaya kayıtsız… Hukukçular çaresiz…
Ayşe öğretmen, canlı yayına bağlandığında söylediği sözcükleri soruşturma ve kovuşturmanın her aşamasında tekrar ediyor; “Ne var bu ifadede? Neden burada yargılanıyorum?”, “Asıl susarsam suç olurdu,” diyor. Son savunmasına kadar da bu tutarlılığını sürdürüyor.
Peki, namı diğer Beyaz bu süreçte “insani duruş” sınavından geçebiliyor mu? Ayşe öğretmenin telefonla bağlandığı canlı yayını birkaç defa izledim. Beyaz, Ayşe öğretmenin söylediği sözleri çok iyi anlıyor, duyarlılığını övüyor ve onu destekliyordu. Hatta seyircilerden alkış istiyordu… Ceza yargılaması konusu olamayacak bu ifadeye karşı medya yargılaması başlayıp Beyaz ve televizyonu hedefe oturtulunca, Beyaz’ın canlı yayındaki sözlerinden dönme çabalarını acı gülümsemeyle izlemeye başlamıştık. Peki, kovuşturma aşamasında ne oldu? Önce çağrıldığı duruşmaya gelmedi. Tanıkların tüm yargılama süjelerinin önünde dinlenmesi gerekirken, klasik bir mazeretle ceza muhakeme hukukunun temel ilkesine aykırı biçimde duruşma arasında sessizce ifade vermiş meğerse. Müdafilerin soru sorma hakkı böylece ellerinden alındı. Bu tavrını görünce ifadesini de tahmin etmek güç değildi… Farkında değildim, canlı yayında müdahale imkânım yoktu, anlasaydım (Neyi?) müdahale ederdim, vs. Sanki söylenen sözler kanayan bir vicdanın insani dışa vurumu değilmiş gibi… Sanki bunu anlamamış gibi… Evet, namı diğer Beyaz, bu davranışı karşısında işinden atılmadı. Televizyonu medya mahkemesinin hedefi olmaktan kurtuldu.
Yani iki ahlaki tutumla karşı karşıyaydık bu olayda. Ayşe öğretmenin ve Beyaz’ın birbirine zıt iki insanlık hâli… Biri ahlaki duyarlılık, tutarlılık sınıfına giriyor diğeri “büyük ayıp” sınıfına…
Biliriz, hayatta bazı ayıplar vardır; bir kez yapıldı mı insanın hayatı bundan çok etkilenir. Beyaz, sanki bu olay olmamış gibi programlarını sürdürüp para kazanmaya devam edecektir; haşarı, dilbaz çocuk kimliğiyle aile salonlarına girecektir. Çoğunluk onun bu ahlaki yalpalanmasını bilmeyecektir büyük ihtimalle. Ama bu tavrı Beyaz’ın insani gelişiminde ve geleceğinde belirleyici olmayı sürdürecektir. Ta ki, kimliğini, kişiliğini güç ve para karşısında büktüğünü, aslında en büyük ayıbı Ayşe öğretmenle birlikte kendi insani varlığına karşı yaptığını kabul edinceye, utanma duygusunu yeniden hatırlayıncaya kadar…
İkinci Sahne: Bekleyin biraz, geliyorum.
Duruşmalara tabii ki sadece bu medya elemanı damga vurmadı. En ilginç ikinci sahne, Mahkeme başkanının bir ara 5 saniyeliğine izin isteyip duruşma salonundan çıkmasıydı. Tüm sanıklar, avukatlar, izleyiciler 10 dakika hâkimin dönmesini bekledi. Sorgu esnasında üstelik ara vermeden duruşma salonundan çıkmak çok da alışılmış bir davranış değildir. Hani meşhur ilke var ya; “Yargının görünümü bile adil olmalıdır,” diye. Bir başka ilke daha vardı: “Sorguda kural olarak sanık ve hâkim arasına kimse giremez,” diye… İnsan bu, aklına kötü kötü şeyler geliyor. Duruşma üçüncü şahıslarca acaba Segbis üzerinden izleniyor mu? Mahkeme başkanı salondan çıkıyor. Döndükten sonra sanıklardan başka bir ceza normu ile ilgili ek savunma talep ediyor. İçim sızlıyor. Yargıçların vicdanlarıyla bağlı olacağı, kimseden emir talimat almayacağı ilkesine sığınıyorum. Yargıcın mutlaka bir ihtiyacı hâsıl olmuştur, diye düşünmek istiyorum.
Üçüncü Sahne: Ne yani! Sen, sen değil misin?
Duruşmanın üçüncü sahnesi, mahkeme başkanının sanıklara “sen” diye hitap etmesiyle başladı. Sanıklar “Biz size ‘siz’ diyoruz. Siz de bize ‘siz’ diye hitap etmelisiniz,” deyince salon bir anda gerilmişti. Hâkimin “Ne var bunda?” diyerek olayı küçümsemesi; avukatların ayağa fırlaması, “Bu şekilde konuşamazsınız,” demesi… Sorun tam çözüldü derken “sen” kelimesi bir daha duyulunca gerilimin yeniden tırmanması. Sadece bu sahne bile “garip bir yargılama” ile karşı karşıya olduğumuzu hatırlatıyordu.
Dördüncü Sahne: Sanığa soralım, terör örgütü hakkında ne düşünüyor?
Dördüncü sahnede başrolü savcı oynadı. Bir sanığın sorgusuna karşı beyanı olup olmadığı sorulduğunda; savcı sanığa bir soru yöneltme ihtiyacı duydu: “O zaman sanık PKK hakkındaki görüşlerini açıklasın.” Salon yine karıştı. Öyle ya, Anayasa’da açıkça yazıyordu; ayrıca tüm uluslararası hukuk belgelerinin temel kuralıydı; “Hiç kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz.” Savcı iddia ettiği suçun delillerini göstermek, hatta sanığın lehindeki delillere bile yer vermek zorundaydı. Savcı adeta, “Evet dava konusu ifadede suç yok ama sanık bu örgüt hakkında görüşlerini söyleyince onun örgüte sempatiyle baktığını anlayacaksınız,” diyordu mahkemeye. Velev ki savcının istediği cevabı verdi sanık. Ceza hukuku ne zamandan beri insanın özel dünyasındaki sempatiyi de cezalandırıyordu? Yani savcı sanıktan delil yaratmaya çalışıyordu… İçim yine sızladı. Suç delili bulamayınca, sanıktan yardım isteme yöntemi… “Aslında siz suçlusunuz, bu suçu itiraf edin de bizi zor durumda bırakmayın” tarzında bir soruydu bu… Engizisyon yargıçları da sorguya böyle başlıyordu. “Şeytanla ilişkinizi itiraf edin yavrum. Kendinizi mahkememizin şefkatli ellerine teslim edin. Bizi zorlamayın…” Şimdiki engizisyon tarzı sorgulamanın modern, ileri biçimini andırıyordu.
Ceza Kanunu’nun 115. maddesi bu tür davranışları yasaklamıyor mu? Acaba savcı, ceza tehdidi altındaki sanıktan bir kanaat açıklaması istemesinin ne anlama geldiğinin farkında mı değildi? Eğer farkında ise kendini bu hale nasıl düşürüyor? Değilse o zaman hukuk fakültesinde ne öğretiliyor? diye düşünmek gerekiyor galiba…
Avukatlar ayaklanıp böyle soru olmaz deyince, savcı önüne eğilip durumu sessizce geçiştirmeye çalışıyor. Ne acıklı bir durum! Bir hukuk adamı, bir yargılama aktörü düştüğü konumu idrak etmekten çok uzak… Konum, monum da ne demek? Tek bir konum var. Sanığın önceden belli suçlu konumu… Bunun bir ileri aşaması, sanığın doğduğu andan itibaren suçlu olduğunu ileri sürmek: “Söyle kızım, annen baban hangi siyasi partiye oy veriyor?” Bu soru eskiden poliste sorulurdu. Acaba sıra mahkemelere mi gelmişti?
Beşinci Sahne: Suç konusu fiili yanlış yorumlamışım, aslında 38 sanık suçsuzmuş!
Aslında bu davada savcının işi çok zordu. Normal olarak Ayşe öğretmenin insani sözcükleri için savcının dava açmaması gerekiyordu. O hâlde böyle bir dava neden ve nasıl açılabiliyordu? Aslında bir müdafi olarak insan ister istemez, bağımsız ve tarafsız yargının ardında neler olduğunu öğrenmek istiyor. Bugünlerde, FETÖ suçlamasından yargılanan savcı ve hâkimlerin bylock üzerinden haberleştiklerini öğreniyoruz. FETÖ kimi tutuklayacağını veya serbest bırakacağını bu bylock üzerinden karar veriyormuş anlaşılan. “İlahi adalet diye buldukları yönteme bak!” Neyse gerçekler er geç ortaya çıkacak, bu konunun da detaylarını ileride öğreneceğiz.
Savcının düştüğü durumu, çektiği sıkıntıyı davanın son aşamasında daha net görme imkânı bulduk. Savcı esas hakkında iddiasını açıklarken, terör propagandası yapmaktan suçladığı Ayşe öğretmen dışındaki tüm sanıkların suç işlemediğini belirtti ve onların beraatini talep etti. Soruşturma başlarken de biterken de delil aynı delildi. Ayşe öğretmenin Beyaz’ın programında söylediği bir cümle… Söylenen cümleye katıldıklarını beyan eden aydınların ifadeleri de hep aynıydı. Süreç içinde hiçbir şey değişmemişti. Hatta aydınların büyük çoğunluğu, Ayşe öğretmenin söylediklerine katıldıklarını açıklayan bir basın açıklaması yaptıklarını söylemişlerdi. Yani sanıklar söylenen ve katılınan cümleye açıkça sahip çıkıyorlardı. Cümle değişmemişti…
Şimdi aynı savcı bir anda, 39 sanıktan 38’inin suç işlemediğini keşfetmişti…
Bu ironik durum bir yana, eğer ortada suç yoksa 38 insanı sırf ifadelerinden dolayı soruşturma ve kovuşturma amacıyla rahatsız etmenin, onlara terörist muamelesi yapmanın ve onların zamanını almanın bir tek anlamı vardı: Böyle kafanıza estiği gibi konuşmayın, ceza vermesek bile sizi soruşturma ve kovuşturma koridorlarında perişan ederiz…
Altıncı Sahne: Bir sanık dışında diğer sanıklar açısından mahkûm edilecek norm bulunmamaktadır?
Yargılama sonunda mahkeme kararını açıkladı: Ayşe öğretmen suçludur. Ancak onun ifadesine iştirak eden sanıklar açısından mahkûmiyete dayanak olacak bir ceza normu bulunmamaktadır… Beraat eden sanıklar yönünden mahkemeye tek bir şey sorabiliriz: İyi de, böyle bir ceza normu olmadığını iddianameyi kabul ederken bilmiyor muydunuz? Bir ceza normunun kanunda olup olmadığını bilmek bir ağır ceza mahkemesinin asli görevi değil midir? Vatandaşları ceza kanununda olmayan bir suç yüzünden mahkeme salonlarında süründürmek, “onların temel haklarını kullanmaları”nı zorlaştırma; “ifade özgürlüğü önüne engel getirme,” anlamına gelmez mi?
Ayşe öğretmenin mahkûmiyetine gelince… Böyle bir karar, içinde yaşadığımız dönemde toplumun adalet ve hukuk yapısının vicdanları ağır biçimde yaraladığı konusundaki inancı pekiştirmek amacına hizmet edebilir sadece. Karar temyiz mercii tarafından bozulsa da bozulmasa da bu sonuç değişmeyecektir. İktidarlar, kendilerine zararlı gördükleri düşünceleri ortadan kaldırmak isteyebilirler; bunu anlamak mümkündür. Ancak demokratik hukuk devletlerinde mahkemeler ortama göre, duruma göre, kişiye göre, ifadenin söylendiği zamana göre, iktidarın arzularına göre farklı kararlar vermezler. Hukuk ilkelerini esas alırlar sadece… Bir mahkemenin verdiği karar kamu vicdanındaki yerini ve haklılığını koruduğu süreyle adalete hizmet eder. Peki verilen karar adil bir karar olduğu iddiasını ne kadar süre muhafaza edebilecektir? Zamanın acımasız eleştirisinden kendini koruyabilecek midir? Göreceğiz… Ama biz kendi kanaatimizi şimdiden açıklayalım: Çok kısa süre zarfında, bu kararın vicdanı yaralayan bir karar olduğu anlaşılacaktır…
Son sahne: Beraat eden sanıklar kararı temyiz edebilir mi?
Beraat eden sanıklar bu karara sevinemediler. Ayşe öğretmen mahkûm olurken büyük bir üzüntü duydular. Onlar Ayşe öğretmenin feryadının sessiz bir toplumda ne kadar önemli olduğunu düşündükleri için ifadeye iştirak etmişlerdi. Şimdi o feryat, o ifade cezalandırılmaktaydı. Beraat kararını temyiz edip “Madem Ayşe öğretmen mahkûm ediliyor, bizi de mahkûm edin,” demek mümkün müydü? Bunun olamayacağını anlayınca tüm sanıkları huzursuzluk kapladı. Beraat etmenin huzursuzluğu da fazla görülmüş bir şey değildir. Genç, vicdanının sesini dile getiren, söylediğinden geri dönmeyen, ahlaklı, dürüst bir insan, bir öğretmen ifadesinden dolayı cezalandırılmıştı…
Adaletiyle övünen bir toplum olmak bir hayalden mi ibaret? Evet hukukla, yargıyla bir toplumdaki adaletsizlikleri tamamen ortadan kaldırmak mümkün değil. Ama hukuk güçsüzü devlet veya varsıllar karşısında bir nebze de olsa korumuyorsa ne işe yarar? Bir vatandaş ifade özgürlüğünü göğsünü gere gere kullanamıyorsa, iktidarın hoşuna gitmeyen her söz terörle ilişkilendiriliyorsa o toplumda fikirler nasıl gelişir? Hâsılı toplum nasıl gelişir? Güçlü olanın güçsüzü alenen ezdiği mutsuz insanlardan oluşan ve fikri gelişme yolları kapanan bir toplumun geleceği olabilir mi? Nispeten mutlu, eşitlik mücadelesine imkân veren, hiç olmazsa görünür adaletsizliği ortadan kaldırmaya çalışan bir toplum kurmak; çocuklarımıza nispeten güzel bir miras bırakmak bu kadar zor mudur? Bu davaya sessiz kalanlar veya farkında bile olmayanlar eleştirdikleri topluma, bu tür kayıtsızlıklarla aslında kendilerinin yol açtığını gerçekten göremiyorlar mı? Acı çekenler bizden değilse “Bana ne!” veya “Oh olsun!” yaklaşımından vazgeçmemiz gerektiğini; yargıç, avukat, savcı ve vatandaşlar olarak insani sorumluluklarımızı ne zaman düşüneceğiz? Ya da düşünmek için vaktimiz kalmış mıdır? Bu toplumda yaşayan herkes çocuğuyla cezaevine girecek Ayşe öğretmene teşekkür ve özür borçludur… Annesiyle cezaevine sokacağımız Deran bebeğe olan borç, özür dilemekle ödenebilir mi? onu bilmiyorum…
Ek Bilgi
Anayasa Mahkemesi’nin Ayşe Çelik Kararı
Ayşe Çelik, hakkındaki mahkumiyet kararının temyizde onaylanmasından sonra Anayasa Mahkemesi’ne 2017/36722 esas sayısı ile başvurarak bireysel şikayet hakkını kullanmıştır. Bu başvuru üzerine, Yüksek Mahkeme dosyayı incelemiş, şikayetin haklı olduğuna karar vermiştir. Gerekçesinde özetle;
60. Başvurucunun olayların sıcaklığı içinde, canlı bir televizyon programında spontane bir şekilde yaptığı başvuru konusu açıklamalarına daha fazla tahammül gösterilmesi gerekmektedir. Yukarıdaki bilgiler dikkate alındığında başvurucunun mahkûmiyetinin zorunlu toplumsal bir ihtiyaca karşılık gelmediği sonucuna ulaşılmıştır.
61. Başvurucunun ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Anayasa’nın 26. maddesinin ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
62. İfade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verilmesi nedeniyle başvurucunun çelişmeli yargılanma ilkesinin ihlal edildiği yönündeki şikâyetinin ayrıca incelenmesine gerek görülmemiştir.
Kararda vurgu yapılan ve zaten hukukun temel ilkelerinden olan birkaç hususun da altını çizelim:
- “Şiddete başvurmayı cesaretlendirici ifadeler yer almayan görüşler terör örgütlerinin görüşleri ile paralellik taşısa dahi propaganda kabul edilemez”
- “Terörizmin soyut olarak propagandası ile propaganda sonucu provokasyonun gerçekleşmesi hâli arasında fark var”
- “Toplumsal ve siyasal çoğulculuğu sağlamak, her türlü düşüncenin barışçıl bir şekilde ve serbestçe ifadesine bağlıdır”
- “Spontane bir şekilde yapılan konuşmaya daha fazla tahammül gösterilmesi gerekir”
Kararın tamamı için bkz.: Tıklayınız.
i Bu yazıyı davanın duruşmaları devam ederken yazmış, daha sonra tamamlamıştım. Mahkemenin verdiği karar temyiz aşamasında onaylandı. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin Ayşe öğretmenin bireysel şikayetini kabul etmesi üzerine yerel mahkemede dava yeniden görüldü ve dava beraat kararıyla sonuçlandı. http://www.diken.com.tr/ayse-ogretmen-tahliye-edildi/
ii Programdan sonra gelişen olaylar hakkında bkz: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/178972-ayse-celik-sozlerimin-arkasindayim-saniklar-ayse-celik-in-arkasindayiz
iii Çelik, 20 Nisan 2018’de aylık kızı Deran ile birlikte cezaevine konulduktan sonra 4 Mayıs 2018’de tahliye edilmiş ve infazı ay ay süreyle iki kez ertelenmişti. 18 Nisan 2019 tarihinde erteleme süresi dolduğu için adliyeye giden Ayşe Çelik, tekrar tutuklanmıştı. Ayşe öğretmen, AYM kararından sonra cezaevinden 10 Mayıs 2019’da tahliye edildi. Davanın özeti hakkında bkz.: https://www.youtube.com/watch?v=y6aZ25QdCwY