Sola İçten Bakışın Romanı
Haluk İnanıcı, 12 Mart ve 12 Eylül gibi toplumsal-siyasal tarihin keskin dönemeçlerinin altını çizdiği eserinde, başta Hüseyin olmak üzere, birçok karakteri öne çıkarıyor. Her bir karakter de bir anlayış, düşünce biçimi ve aşina olduğumuz bir yaşam felsefesini temsil ediyor. Üçüncü kişinin anlatımıyla tanık olduğumuz olaylarda öncelikle Hüseyin’le ve ardından Ufuk, Beril, Sırrı, Kenan, Mine, Lisa, Belkıs’la tanışıyoruz.
Hayatının önemli bir kısmını cezaevinde geçiren Hüseyin’i dışarıda nasıl bir hayat karşılıyor? Kuşkusuz, kırılmaların, teslim oluşların, yitirmelerin, değişimlerin, dibe vuruşların, yeniden var olma çabalarının dile geldiği bir hayat bu. Tüm bunları ise, başta Hüseyin olmak üzere, tanık olduğumuz karakterlerin tavırları, düşünceleri, başkalaşımları üzerinden izliyoruz. Sol düşünceyi benimsemiş bir bireyin, kendisiyle, çevresiyle, yaşanan değişimle ilişkisine tanık oluyoruz. İnandığı, benimsediği değerler uğruna mücadele veren ve 12 Mart darbesiyle cezaevine giren Hüseyin, cezaevi sonrasında nasıl bir yaşamla yüz yüze gelmektedir? Hüseyin’i bizimle bu karşılaşma sürecinde tanıştıran yazar, buna hızla, onu ailesi ve hayatında şekillendirici rolü olan insanları dahil etmeyi ihmal etmiyor. Böylelikle, Hüseyin’in çocukluğuna doğru yol almakta da gecikmiyoruz.
Üniversitede felsefe hocası olan abisi Ufuk’un eşi Beril, ailede Hüseyin’e en yakın olan kişidir. Hüseyin’in Beril’le felsefeyle yoğrulmuş, içinde yeni bir dünya tasavvurunun olduğu sarsılmaz bir dostluğu vardır. Beril Hüseyin’i cezaevinde de yalnız bırakmamıştır. Ünlü bir avukat olan Ufuk ise yüksek standartlara sahip olan ailesinin de olanaklarıyla hukuk dünyasında önemli bir yere gelmiştir. Bunda, dedesi hukukçu Sait Bey’in önemli bir rolü vardır. Ancak Hüseyin ve Ufuk iki ayrı dünyayı temsil eder. Sermayenin aktörleriyle sıkı ilişki içinde olan Ufuk, aynı zamanda söz konusu dünyada dönen dolaplarla ilgili bize bilgi verir. ‘’Vergi kaçakçılığının boyutu yirmi milyon dolara ulaşıyordu. Ufuk, tahliye işlemlerini tamamlamak üzere cezaevine gittiğinde yine güvence vermekte duraksamadı; ‘Baki Bey, merak etmeyin; vergi kaçakçılığını özel usulsüzlüğe çevirteceğim, üzerinden bir geçsin hadise unutulsun…’’’
Hüseyin, Ufuk’un dünyasının panzehiri gibidir. Ufuk da zaten kirletilen dünyada temiz bir yer olarak görmektedir Hüseyin’i ve bunu korumaya özen göstermektedir. Ama diğer yandan da Hüseyin’in soluk alabildiği sayılı alanlar teker teker elinden alınmaktadır. Eski devrimcilerden Sırrı’nın reklam şirketinde çalışan Hüseyin, belki de ilk şokunu Sırrı’nın eşini dövmesine tanık olunca yaşar. Hayata, kitaplarla, dedesinin anılarıyla ve sayılı sahici dostluklarıyla katlanmaya çalışan Hüseyin, Beril’in öğrencisi Mine’yle tanıştıktan sonra yeniden yaşamaya başlar. Kimdir Mine?
‘’Felsefe bölümünde ikinci sınıf öğrencisi, inançlı bir sosyalist’’ olan Mine, Hüseyin için yeni bir yaşamın başlangıcı olacaktır. Bunun kaynağı da, Mine’nin mücadele coşkusu, heyecanı ve masumluğudur. Ancak Hüseyin’in bu sevinci uzun sürmeyecektir. Tam da bu noktada, 12 Eylül faşizmine tanık oluyoruz. Mine gibi inançlı birçok genç insan, işkenceciler tarafından hayatından olacaktır.
Mine’yle ilişkisi, Hüseyin’in hayatının dört yılını da 12 Eylül zindanlarında geçirmesine neden olacaktır. Bir kez daha hayatla arasına kalın duvarlar örülmüş Hüseyin(ler) vardır karşımızda. Mine’yi yakından tanıyan Beril de buna dahil olmuştur. Yaşadıklarını tekrar gözden geçiren Hüseyin uzun bir sorgulamanın da içine dalar; ‘’Kafka ülkemize gelse şaşırıp kalırdı. Hayal ettiklerinin tek tek gerçekleştiğini sanır, utanırdı, keşke Dava’yı hayal etmesem diye. Romanlarının yakılmasını, bu nedenle mi istemişti? ‘Saçma’ kelimesinin, içinde barındırdığı anlam zenginliğini bu ikinci tutuklanma, yargılanma ve cezaevi öyküsü öğretti bana.’’
Hüseyin’in kişisel serüveni, aynı zamanda ülkenin toplumsal tarihiyle ilgili de bilgi verici niteliktedir; ‘’12 Mart döneminde yaşadıklarına hazırlıklıydı. İkinci tutuklanışına ve 12 Eylül’e hazırlıksız yakalanmıştı. İlkinde hayatı, toplumu dönüştürmek için ‘Ne Yapmalı?’nın cevabını bulduğunu sanmıştı, ikincisinde ‘Ne Yapmamalı?’nın… İlkinde burjuva dünyasının anlamını çözmüştü. İkincisinde devrimin… Sevdiği, sevmediği, korktuğu, nefret ettiği arkadaşlarıyla arasına bu yüzden mi mesafe koyuyordu? Kenan mı, Sabri mi söylemişti: ‘Hayatı hangi kimlikle yaşarsan yaşa, hiçbir şeyin karikatürü olma!’ bazen kişinin ağzından bambaşka niyetle çıkan ortalıkta salınarak dolaşır. Birinin onunla temas kurmasını bekler… Kelimeler insanlara ardışık tuzaklar kurar. Yakaladığının beynini kemirmeye başlar. Anlamını düşündürürken, onlardan aldıklarıyla zenginleşir…’’
Mine’nin öldürülmesiyle tahmin edildiği gibi yeniden yoğun bir karanlığın içine dalan bir Hüseyin vardır karşımızda artık. Ancak, bu noktadan sonra da olaylar ivme kazanır. Zira yazar, gelişmelere farklı hareket getiren yeni bir boyutu çıkaracaktır karşımıza. Böylelikle, sistemin algı dayatmasıyla, genel geçer değerlerle hareket ettiğimizi, gerçek yaşam alanlarını es geçtiğimizi daha net görmemizi sağlar. Bu yeni boyuttaki, mevcut verili yaşama dair güçlü betimlemeler, felsefi yaklaşımlar gözümüzden kaçmaz. Tam da burada Lisa çıkar karşımıza. Hayatta kalabilmek için bedenini satmak zorunda kalan ve Hüseyin’le gerçek sevgiyi yakalayan Lisa. Artık, kitaba rengini de Lisa karakteri vermeye başlayacaktır. Zira Lisa, dışlanan, baskı gören, yaşam alternatifleri kısıtlanmış birçok kadını ve insanı temsil eder. Ama asıl olarak, gerçek yaşamdaki Lisa(lar) a nasıl bakarız? Kendiliğinden ortaya çıkan bu sorunun, sıradan insana bile sirayet eden kastlaşmış değerleri ne kadar taşıdığımızı anlamamız için yazarın bize küçük bir tuzağı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, bu tuzakların kitap boyunca bizi takip ettiğini, kendimizle olduğu gibi yaşadığımız ülkeyle yüzleştirdiğini belirtmekte yarar var.