Tarihin en ünlü davasında Sokrates; gençleri tanrıtanımaz düşüncelere yönlendirmek, baştan çıkartmak, devletin tanrılarını yadsımak ve yeni tanrılar uydurmakla suçlanır. Antik dönemde bu savunmayı konu alan üç önemli eser vardır. Aristophanes Bulutlar isimli tragedyasında Sokrates’i pratik hayattan kopuk, kafasında binbir düşünce ile dolaşan bir filozof olarak çizmektedir. Ama Sokrates’in asıl tanıkları, öğrencileri Xenephon ve Platon’dur[1]. Asker ve tarihçi Xenephon’un anlattıklarından tanrıtanımazlıkla suçlanan Sokrates’in tanrılara ne kadar önem verdiğini anlarız. Ama bize Sokrates’i anlatan en önemli eser Platon’un Sokrates’in Savunması isimli eseridir. Platon bu eseri dışında Euthyphron, Apologia, Kriton ve Phaidon isimli eserlerinde de Sokrates’i konu edinmiştir.

Ben sadece Sokrates’in, ünlü savunmasında kendini anlattığı bölümlerden birinde at sineği metaforunu kullanmasına değineceğim. Sokrates Halk Mahkemesi önünde der ki;
“Yavaş olan ve dürtülmesi gereken bir atı andıran devleti yerinden oynatmak için Tanrının, tebelleş ettiği benim gibi bir at sineğini kolay bulamazsınız. Ben Tanrının devletin başına tebelleş ettiği bir at sineğiyim; her gün her yerde dürtüyor, uyarıyor, azarlıyorum, ardınızı bırakamıyorum.[2]”

Sokrates aslında filozof-devlet ilişkisini anlatmaktadır. Bir anlamda politik gücü elinde bulunduran devlet atı, kendisi de onu rahatsız et at sineğini temsil etmektedir. Bir at sineğinin gücü ne olabilir ki koskoca devlet karşısında? At sineği atı sadece huzursuz edebilir. At ise kuyruğunun küçük bir darbesi ile at sineğini yok edebilir. Sokrates, ben o kadar önemsiz biriyim ki, neden benden korkuyorsunuz? ya da hiçbir gücüm yokken beni öldürmek istemenizde bir ölçüsüzlük yok mudur? demek istemektedir. İlerleyen kısımda, beni öldürebilirsiniz ama sadece Tanrı başınıza başka bir at sineğini yeniden musallat edene kadar sürer bu mutluluğunuz demektedir. Sokrates, devletin en önemli organlarından biri olan Halk Mahkemesi önünde; devlet olarak bana tahammül etmeniz gerekmez mi; en fazla sizi uyarır, eleştiririm ama bundan nasıl olur da bir ölüm cezası çıkartabilirsiniz? diye sormaktadır yargıçlara.
Felsefe, Düşünce ve Pratik Hayat
Bu metafor bana her zaman felsefe, düşünce ve pratik hayat arasındaki ilişkiyi hatırlatır. Düşünce pratik hayata doğrudan müdahale edemez. Tek başına böyle bir gücü yoktur. Pratik hayatın, üzerinde koşturduğu toplumsal yapıya bağlı olarak kendi kuralları vardır. İnsan bu kuralları düşünce düzeyinde bilmese bile, ona uygun davranması gerektiğini bilir. Ya da bu kurallara uygun davranarak yaşamanın kendisi için daha kolay olduğunu keşfeder. Üstelik bu, toplumsal yapının bozuk kurallarını hatta çürüdüğünü gördüğünde de böyledir çoğu zaman. Yaşadığı toplumun kuralları, adaletsizliği, sevgisizliği, sömürüyü, kötülüğü işaret etse bile insan tek başına çaresizdir bu dev yapının işleyişi karşısında. Karşı çıkmak da öyle kolay bir şey değildir zaten[3]…
Kendini, yaşadığı toplumun güç-para-popüler düşünce sarmalına kaptırmış bir kişiye söylenen felsefi edebi veya politik sözler sadece at sineği rolü üstlenir. Hiçbir faydası yoktur. İçindeki veya yaşadığı ilişkilerdeki, toplumdaki çelişkiyi fark edemeyen, göremeyen -hoş, görse de, fark etse de çoğu zaman sahne aynıdır- bir insan karşısında sözcükler ne kadar derin veya anlamlı olursa olsun, at sineği gibi huzursuzluk verir sadece. Gündelik hayatta insan anında tepkisel davranış göstererek, kendine huzursuzluk veren şeyi dışlama eğilimi gösterir. Söylenen şeyler doğru olsa bile böyledir bu. İdeolojik varlık olarak insan ne yaparsa yapsın yaptığına gerekçe bulma ve onu doğrulama eğilimi gösterir. “Zaten”, “ama”, “keşke” kelimeleri bu doğrulama işine yarar çoğu zaman. Huzursuzluk vereni dışlama; teması kesmekten, onu yok etmeye kadar geniş bir yelpaze içinde oluşur. Bugün için de geçerli olan bu kural Sokrates’in yaşadığı dönemde de geçerliydi. Atina onu dışlıyordu…

Sokrates’in Karısı[4] romanında anlatıldığı gibi Sokrates, genç köle hizmetçisi, karısı, erkek sevgilisi, hetaira’ları ile o dönem normal görülen çok eşli biseksüel hayatını sürdürüyordu. Devlet görevi kabul etmiyor, gününü Agora’da felsefi sohbetlerle geçiriyordu. Diyelim bir başkası Sokrates’e bu hayatının iyi bir hayat olmadığını söylese, onu kölelik kurumunu kabullenmekle ya da eşitlikçi olmamakla suçlasa muhtemelen Sokrates de bu kişiye at sineği muamelesi yapacaktı. Çünkü kendi maddi dünyasının rahatı, retorikle aşabileceği, eleştirebileceği sınırın çok ötesindeydi. Maddi dünyanın düşünce karşısındaki önceliği belki de… Şu hâlde at sinekliğini insanın sabit bir sıfatı olarak değerlendirmek yerine dönemsel ve belirli sınırlar dairesinde oluşabilecek eleştrel bir tavır olarak görmek daha doğru olur. Belki de at sinekliğini insanın belirli bir dönemde benimsediği bir “hâl” olarak düşünmek daha doğrudur. Belki de at sinekliğini “tek başına” devamlı sürdürmek de insanlık hâli için uygun değildir. Yorucudur at sinekliği. İnsan pes edebilir, susabilir, geriye çekilebilir. Hatta Sokrat örneğinde olduğu gibi kimi zaman da öldürücüdür.
At sineği tabirini bulunduğu her yerde huzursuzluk çıkartan, tatminsiz, ihtiraslı ya da kendini bilmez kişiler için kullanmıyorum elbette. Düşünme, değerlendirme yeteneğiyle kendi yaşantısına bile eleştirel bakabilenler için kullanıyorum bu tabiri. Normal denilen bir ilişkiye, davranışa, empoze edilen bir düşünceye bile “Neye göre, neden, ben konuya hangi konumdan bakıyorum?” diye yaklaşmaktan; edebi, felsefi, bilimsel alanlarda özgürce koşturmaya kadar geniş bir yelpaze içinde yer alanları/yer alma hâlini temsil ediyor at sineği… Bu anlamda entelektüellik ile bir ilişkisi vardır at sinekliğinin ama her entelektüel at sineği değildir. Hatta her at sineği de entelektüel olmak zorunda değildir.
At Sineği ve Profesyonellik
Çağımızın sihirli kelimelerinden biri profesyonel kelimesidir. Profesyonel tabiri işini iyi yapma gibi samimi bir yön de içerir elbette. Ama pratik hayatta profesyonel tabiri “işin gereğini yap”, duygularını işine karıştırma demektir. Bir insan, gerektiğinde gayri insani veya ahlaksız davranışını bile profesyonellik adı altında savunma imkanını bulur. Savunma ne demek, saldırma imkanını bile bulur bu kelimeyi kuşanarak. O bir profesyoneldir…
Bir profesyonel katili düşünün. İşini iyi yapmaktadır. Arkasında iz bırakmamaktadır. Tanımadığı insanları sadece para için öldürmektedir. Müşterisini aldatmaz! O bir profesyoneldir… Ya da bir şirkette çalışırken arkadaşının ayağını kaydırmaya veya bir üst pozisyon için onu kifayetsiz göstermeye uğraşan bir profesyoneli düşünün. Unutmamak gerekiyor, bir profesyonelin gayri insani her davranışı için daima kendine uygun bir gerekçesi vardır.
Oysa iş insanının ne iş yaparsa yapsın insan olduğunu unutmaması gerekmez mi? İşin yürütülmesini -ne kadar mümkünse o kadar- insani değerler üzerinden anlamlandırmaya çalışmanın insanı daha mutlu edebileceğini fark edenler profesyonel hayatın neresindedir? Hayat, iş nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin bir profesyonelin kendi basit çıkarı için başkalarına kötülük yapmama, zarar vermeme gibi nihai bir sınırı yok mudur?
İnsanları birbiriyle kıyasıya yarıştıran profesyonelliğin; her şeye ben layıkım, zekiyim, yetenekliyim, en üste doğru tırmanmak benin hakkım eğilimi, insanı bu uğurda her şeyi yakıp yıkmaya kadar götürmez mi? İşte profesyonelliğin insanı savurabileceği en uç yer: Sonunda insan dışı bir varlığa dönüşmek… Bir profesyonel kendine çizdiği düşünce sınırlarından dolayı, varlığındaki bu insandışılığa doğru yönelen dönüşümü fark etmez bile…
Bir profesyonel işi dışında hiçbir şeyle ilgilenmez. Ya da “mış” gibi yapar çoğu zaman. Sokağında, mahallesinde, yaşadığı şehirde cereyan eden olaylara salonunun camlarından, uzaktan bakar hep. Sevgi Soysal’ın deyimiyle kendi ülkesinde turist gibi yaşar profesyonellerin çoğu. İş dünyasında bir tabir var bunun için: Expat. Bir diğer deyişle profesyonellerin ciddi bir kısmı kendi ülkelerinde expat gibi yaşarlar.
Bu nedenledir ki, profesyonel hayatı felsefi, edebi, politik açılardan eleştirirseniz, tıpkı Sokrates gibi at sineğine dönüşürsünüz. Dijital dönüşümün açtığı çok para kazanma imkanlarını ilk biz gördük, çok para kazanıyoruz, ne kadar zekiyiz, ne kadar başarılıyız diye öğünenlere; iyi de esnek veya uzaktan çalışma çalışanları iliğine kadar sömürme imkanı vermiyor mu? ya da binlerce insanı işsiz bırakması sizi rahatsız etmiyor mu? ya da yanı başınızda insanlar ölürken, yaşam mücadelesi verirken sizin onlara dijital dönüşüm imkanları sunduğunuzu söyleyerek öğünmeniz ne yaman bir çelişkidir? sorularını yönelttiğinizde size nasıl bakarlarsa öyle yani… Oysa aynı konuya, dijital dünyanın getirdiği imkanlar ve işsizlik karşısında asgari vatandaşlık geliri gibi toplumsal sorumluluk, dijital dünya imkanlarından toplumun az gelirli kesimlerinin ücretsiz yararlanması -örneğin ücretsiz internet hakkı- ya da bu toplumda yaşayan insanların tümünün sorunları çerçevesinden bakılması çok mu zordur?
At sinekleri bir şeyler söyler ama hayat, çoğu zaman söze başlanan yerden, hiçbir şey olmamış gibi aynen devam eder. Ne zamana kadar devam eder bu hâl? Ta ki o normal denilen hayat o normal insanı ısırıncaya kadar…

Bir diğer deyişle at sinekleri tıpkı Sokrates gibi profesyonel hayata müdahale edemezler. Böyle bir güçleri yoktur. Çünkü profesyonel hayatta başarı kriterleri önceden belirlenmiştir: Bütçeler, kariyer aşamaları, pozisyonlar, terfiler, direktör, rantabilite, prim, kazandırmak, kalite, fırsatlar… İnsanın adı yoktur bu dünyada. Ya da daha doğru deyişle, insanın adı bu isimlerin sıfatına dönüşür. Fazla haksızlık olmasın, insanın adı olan kurumlar, şirketler de elbette vardır ama azınlıktadırlar.
At Sinekleri ve Aşk
Sokrates’le başlamıştık, iş hayatıyla devam ederken konu gerilmeden aşk gibi gevşetici bir alana geçelim. Gündelik hayatta bir aşk, sevgi ilişkisine de felsefe veya sanatın gözüyle ya da “aşk”ın gözüyle bakıldığında da benzer bir huzursuzluk çıkar ortaya. Sanayi tipi aşk ilişkilerine bilindiği gibi magazin dünyasının merkezinde olduğu pop kültür ve onun kavramları yön veriyor. Herkes birbiriyle yarış içinde. Herkes sırasını ve kendi sahnesini bekliyor. Standart bir dünya aslında. Oyuncular farklı sadece. Oysa adım adım kontrol altına alınarak, ölçülüp biçilerek, boşluk gözleyerek, birini garanti altına alınca diğerini boşlayarak ilerleyebilir mi gerçek aşk ilişkisi? Bunu gizlemek için de çoğu zaman tatlı bir yalan kullanılır: Sonsuza kadar sürecek aşk peşindeyim ben…
Belki de aşk’a saygı nedeniyle, aşk gibi ağır bir yükten kurtularak birlikte kısa süreli yaşama eğilimi de hızla gelişiyor öte yanda. Onlar hiç olmazsa aşk adını ulu orta kullanmıyorlar. Sadece anlık heyecan, haz duygusuyla yetiniyorlar. Daha dürüstler… Zaten bu nedenledir ki, yatmak tabiri; nadir bulunan aşk dışında kalan devasa boşluğu doldurmaz mı? Bir diğer deyişle hayat/insan hızla parçalanıyor, bütünü görme gücümüz kayboluyor.
İşte bu sentetik, yalan dünyayı eleştirenler de at sineği konumuna düşerler. Gereksiz (!) yere insanları huzursuz ederler. Bu anlamda her aşk romanı yazarı, her aşk şairi bir at sineği değil midir? Bu nedenle midir, nadir görülen aşk ilişkileri için tam romanlık tabirinin kullanılması? Ya da sadece romanlarda yaşanır böylesidenilmesi…
Kendinizi Sokrat gibi, yani bir at sineği gibi Halk Mahkemesi önünde hayal edin; aşkı bilmeyenlere, tanımayanlara onu anlatıyorsunuz. “Meletos, sen aşkla (tanrıyla) alay ettiğimi söylüyorsun, söyle bana, sen aşk (tanrıya inanmak) nedir bilir misin?” Biraz komik geliyor insana… Lakin, at sinekleri ne söylerse söylesin istisnalar dışında hayat kendi bildiği yerden devam edecektir her zaman. Sokrates o nadir anlardan biriyle karşı karşı olduğunu, halka doğruyu anlatabileceğini düşünse bile yanıldığını görecektir. Hayat ona hiç beklemediği, kendine en fazla güvendiği bir anda şaka yapmıştır. Atina halkı onun zihninde fotoğrafını oluşturduğu, at sineklerine sahip çıkacak bir halk değildir oysa… Sokrates baldıran zehirini içecektir inanmakta zorlansa bile… Kaçma ihtimaline karşın, cezayı kabullenmesi biraz da bu hayal kırıklığının neticesi değil midir?
O zaman at sineklerine tek bir yol mu kalıyor? Sokrates gibi bu dünyadan çekip gitmek… Elbette mecazi anlamda… Elbette o görünür uydurmaca dünyaya kanmayıp yazıya, söze, kelama, çizgiye, fırçaya, melodiye hasılı evrensel akla, tebessüme sığınmak anlamında… Yoksa her zaman için tek kural var, ne olursa olsun öncelikle yaşamak, inadına yaşamak… At sinekliğinin keyfini, kazanımlarını geleceğe aktarmak için… Nazım’ın dediği gibi, “bir sincap gibi mesela”. “Yani, nasıl ve nerede olursak olalım / hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak[5]” hayat.

Afrodit ve Pan [6]
At Sineklerinin Avuntusu
Sadece tebessüm edeninden eli kalem tutanlara kadar tüm at sineklerinin avuntusu, gerçek hayatın sanayi tipi gündelik yaşantı dışında, kendi nehirlerinde akıyor olduğunu bilmelerindedir. Sokrates savunmasının son cümlesi bize bunu ima eder sanki. Her bir şairin, yazarın, sanatçının katkıda bulunduğu o kütüphanelerde, müzelerde, galerilerde, odeonlarda keşfedilmeyi bekleyen; mısralardan, görsellere, resimlere, melodilere, öykülere, heykellere uzanan dil nehridir gerçek olan. Hayatın gerçek tarihi, anlam tarihi orada, at sinekleri adına kayıtlıdır…
O büyük yaratıcılar varlıklarını eserlerinin ardında görünmezliğe bürüdüklerini sansalar da büyük bedeller ödemişlerdir; haksızlığa karşı seslerini yükseltmek zorunda kaldıkları zamanlar… Onlar yarattıklarıyla tüm topluma hitap etseler de, gündelik hayatın içinde başka at sineklerini ararlar nefes almak için. Bilirler ki, yenilikler, güzellikler, umutlar işte o nehirden çıkacak dille kurulacak. Ne ironi! Akıp giden gündelik hayat da gerçek hayatın kendisininki olduğunu sanıyor… Sonra da o hayatın verdiği bunalımdan, insan dışılıktan çekip çıkaracak bir kurtarıcı bekliyor. Fark etmediği, görmezden geldiği ya da içine girmekten korktuğu nehrin, tüm insanları ancak birlikte kurtarabileceğini idrak etmeksizin…
Sokrates bu nedenle mi o ünlü sözleriyle bitirdi savunmasını acaba: “Ayrılmak zamanı geldi artık, yolumuza gidelim: Ben ölmeye sizler de yaşamaya. Hangisi daha iyi? Tanrıdan başka kimse bilemez bunu.[7]”
O zaman kurtuluş için tek bir yol mu beliriyor ufukta? Dünyanın tüm at sinekleri! Birbirinizi görün ve birleşin!
28.2.2021, Koşuyolu.
biçimleri de vardır elbette…