Hakkımda

haluk-inanici

Hayatıma Uzaktan Bakarken

İstanbul’a dair ilk hatırladığım, Tophane’de Kemeraltı caddesi üzerinde 2. katta bulunan evimizin penceresinden, ara sıra geçen arabaların plakalarına bakmak, tek ve çift rakamlı plaka sayılarını tespit etmekti. Sonra karşımızda bulunan Kılıç Ali Paşa Camisi külliyesine ait bir avluda yuvaya gidişimi hatırlıyorum. Beş altı yaşlarındaydım. Tophane parkı yağmur yağdığında hemen çamur olan eğri büğrü bir alandı. Köşesinde 4-5 tane langırt dururdu. 25 kuruşa 10 top… Yakın zamanda Zeytinburnulu bir avukata yenilinceye kadar kendimi iyi langırt oynar sanırdım. Ne de olsa Tophaneli abilerden öğrenmiştim. Yenilmemi oynamaya oynamaya refleksimi kaybetmeme verdim. Bugünlerde rövanşa hazırlanıyorum. Bilardo, satranç ve pinpon oyunlarını ise askeri okullarda öğrendim. Küçük oğluma bilardo öğretmeye başladığımdan beri bu mirası iki çocuğuma devretmiş bulunuyorum.

Tophane’deki İşçi Bulma Kurumu önündeki, kiminin elinde ahşap bavul olan insan kuyruğunu ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Sonradan Almanya’ya çalışmaya gidenler olduğunu öğrendim. Galatasaray’a doğru çıkan üç sokağa, Boğazkesen yokuşuna girmeye korkardım. Güven vermezdi bana. Galata’daki Okçu Musa İlkokulu’na başladığımda dünyam Rum Okulu’nun, Saint Benoit’nın önünden, Bankalar Caddesi ve Kamondo Merdivenleri’ne uzanacak kadar büyümüştü. Herkes siyah önlük giyerken, ben mavi önlük giyer ve herkesin önlüğüme bakmasından hoşlanırdım. Sanıyorum, sabahtan akşama tüm gün eğitim veren öncü okullardandı Okçu Musa. Kokoreç de öğle aralarında yemek tercihlerim arasına o zaman girmişti. Beş yıl boyunca öğretmenliğimi yapan Sabahat hanımın adını anmadan geçmemem gerekiyor. Yıllar geçtikçe dünyam, Tophane’den İstiklal Caddesi ve Taksim Meydanı’na kadar genişleyecekti. Bayramlarda bu güzergâhta yürüyorduk. İzci olmuştum. Üçüncü sınıfta Tophane’den taşınmamıza rağmen ilkokula otobüsle gidip geliyordum. Öğretmenim kendisinden ayrılmamamı öğütlemiş anneme. Bir ilkokul çocuğunun Bayrampaşa’dan her gün iki otobüsle Karaköy’e okuluna gelmesi, iki otobüsle dönmesi bugün hayal bile edilemez herhalde. Günde dört otobüs için 20’şer kuruştan 80 kuruş olmak üzere 2,5 lira harçlık alıyordum ailemden. Otobüs biletçisi çoğu zaman para almaz bazı büyüklerim elimdeki çantayla halime acıyıp bana yer verirler veya aralarına alırlardı.

Dedem Fatih’te oturduğu için, ortaokulu Karagümrük Ahmet Rasim Ortaokulu’nda okudum. Üç yılım okul önünde, yan sokaklarda bul karayı al parayı masaları, çarkıfelek türü oyunlar arasında ne yapıldığını anlamakla geçti. Benim gücüm sadece elde döndürülen küçük bir fırdöndüde seçilen, geçmiş gün, büyük sayıyı mı, seçilen rengi mi bulanın Şam tatlısı kazandığı kumara yetti. Arada sırada kazandığım da oluyordu…  O günlere baktığımda elli kişilik sınıfın arkasında genelde ders dışı uğraşlar içinde olan ve gözüme çoluk çocuk sahibi adamlar gibi görünen iki metrelik Muzaffer’i, terzi Hilmi’yi;  benimle özel olarak ilgilenen matematik ve kimya öğretmenlerimi hatırlıyorum. Teyzemin Rumelihisarı’na taşınmasıyla gözlerim Boğaziçi’ni de görmeye başladı. Hafta sonlarını iple çekerdim kuzenlerimle vakit geçirmek için. Yüzmeyi Boğaz’ın hızla akan suyunda o dönemde öğrendim.

Bir gün kıyafetinden, duruşundan, ders anlatış biçiminden olsa gerek, etkilendiğim milli güvenlik hocasına subay olmak için ne yapmam gerektiğini sormamla kaderim değişti. Kuleli Askeri Lisesi sınavlarına girdim bir arkadaşımla birlikte. İkimiz de kazandık. Arkadaşım Talat’la, onun 1 Mayıs 1980 gecesi bir hiç uğruna öldürülmesine kadar hep aynı sınıflarda okuduk. Kuleli bana yepyeni hayaller verdi. Harp Okulu’nu bitirecek, subay ardından kurmay sonra da general olacaktım. Her konuşmasına “Şövalye evlatlarım!” diye başlayan okul komutanı Kurmay Albay Selahattin Cambazoğlu’nun, Doğan Günçan’ın ve okul yönetiminin bize önceden tasarlanmış hayallerden elbiseler biçtiğini, o günlerde elbette bilemezdim. Kuleli ile Boğaziçi’nin diğer yakası ve Çengelköy de yaşadığım alana dâhil oldu. İstanbullu olmanın ne demek olduğunu da o yıllarda keşfettim; hafta sonları Eminönü-Çengelköy vapur hattında okuldan eve, evden okula gidip gelirken içime çektiğim, gökyüzünde martıların uçurtma gibi süzüldüğü, yunus balıklarının çifter çifter geçtiği Boğaziçi’nin manzarası, kokusu, kömür dumanları; birbirine geçen vapur düdüklerinin boğuk sesleri, martı, hamal ve taka sesleri, iskelelerde çifti bir liraya palamut satan balıkçıların bağırışları sayesinde… Bugün İstanbul’da yaşayanlar içinde İstanbullu olanlar öylesine az ki; Fındıklı, Cihangir, Beşiktaş, Ortaköy, Aşiyan, Rumelihisarı, Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Kandilli gibi semtler dururken; steril plazaları, siteleri, steril mahalleleri tercih edenler, üç imparatorluğa başkentlik yapmış bu şehrin sesinden, kokusundan, görüntüsünden, tarihi dokusundan yoksun geçirdikleri zamanı nasıl fakirleştirdiklerinin farkında mıdırlar acaba? O her şeyi bilen ve gören yaşlı çınar, kestane, fıstık çamı, erguvan ağaçlarına dokunmadan, onların gölgelerine sığınmadan, 7 tepesinde uçurtma uçurtmadan, balık tutmadan nasıl büyütebiliyorlar çocuklarını anlayamıyorum! Bu nedenle mi canlarını sıkan en küçük durumda bu kadim şehri kolayca terk etmeyi düşünebiliyorlar? Ben hâlâ İstanbul’da yaşamaya, her gün şehri solumaya devam ediyorum. Alışkanlık işte!

Kuleli’de aldığımız iyi eğitimle gözümüzü tüm dünyaya, hayata yöneltme imkanı bulduk. Tartışma konularımız, bilgilerimiz derinleşti. Cumhuriyet gazetesi okuyanlara iyi gözle bakılmaması,  bir gün yemeğin boykot edilmesi; Boğaz’a nazır teras-kafede yeni yayına başlayan televizyondan idealleri için mücadele eden Mahirlerin öldürüldüğünü, Denizlerin idamını öğrenmemiz ve üzerine sohbetlerimiz derken siyasi kültürümüz de gelişmeye başladı.

Kuleli sonuna doğru üniversite sınavına girip fizikçi olmaya karar verdim. Bu hedefin ortaya çıkmasında bana fiziği sevdiren Didi lakaplı öğretmenimiz Bnb. Gürkan Sezer’in, kimya öğretmenimiz Albay Mustafa Çataloğlu’nun, matematik öğretmenimiz Albay Yusuf Ünlü’nün paylarını anmam gerekir. Hepsi öğretmeyi bilen çok iyi öğretmenlerdi. O yıl askeri öğrencilerin üniversite sınavlarına girmesi yasaklanınca bu hayalim suya düşecekti.

Ankara’ya, Kara Harp Okulu’na gitmemizle birlikte eski hayallerim de değişmeye başladı. Kuleli’de kısım çavuşuydum. Ama Harp Okulu’nda özellikle 2.sınıftan itibaren derece yapmayı hedeflemedim. Bu okulda daha ziyade roman okuyor, ikinci yabancı dile çalışıyordum. Derken öğrenci temsilcimiz aracılığıyla Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri’ni getirttik kütüphanemize. Beş adetti. “Düşmanımızın düşüncesini de öğrenmemiz gerektiği” gerekçesiyle müsaade edilmişti. Lakin tam tersi oldu! Karma ekonominin toplumun tüm sorunlarını çözemeyeceğini keşfetmiştik bir kez. Bu kitaplar sol düşünceye ilgimizi artırdı. Bilgi dünyamız zenginleştikçe, Politzer’in ve onunkilere benzer kitapların aslında hap-şablon türü açıklamalarıyla düşünceyi geliştirmeye değil, tam tersine köreltmeye hizmet ettiğini anlayacak, benzeri kitaplar yerine gerçek bilgi hazineleriyle haşır neşir olacaktık.

Daha o zamanlar sınav kitaplarını temin ettiğim kurmay subay olma hedefini İlginç biçimde terk etmiş, üçüncü sınıfa geçerken jandarma subayı tercihini kullanmıştım.  Bu seçimimde Kara Harp Okulu’ndan sonra bir yıl piyade, bir yıl da jandarma subay okulu olmak üzere teğmen olarak iki yıl daha okuma imkanının bulunması büyük rol oynadı. Devam mecburiyeti aramayan hukuk fakültesine girmeyi de o zamanlar kafama koymuştum. Söylemeliyim ki, Harp Okulu’nda hukuku bana o dönemin en genç hukuk profesörlerinden olan Ergun Özbudun sevdirmiştir. Bunu yaptığım bir röportajda kendisine ilettiğimde çok memnun olmuştu. Harp Okulu’nda son yılım yoğun felsefe ve siyasi bilgi edinme çabasıyla geçti. Bunun ödülünü de alacaktım elbet… Sınıf subayımız Yüzbaşı Eyüp Ersü sicilime “Çok okur, güvenilmez, takibi gerekir,” diye yazmış. Sicilimi daha öğrenciyken karalamış, askeri geleceğimi yok etmiş meğerse… Benzer sicili, Jandarma Subay Okulu’nda bir akşam beni sınıf tahtasında hukuk çalışırken “yakalayan” sınıf subayımız Binbaşı Mehmet Yüklü de yazmış. Kendi dünya görüşüne uygun biraz daha ağır cümleler kullanma ihtiyacı duymuş…

Harp Okulu’nu bitirdiğim yıl üniversite sınavlarına girerek hukuk fakültesinde okumaya hak kazandım. Teğmen yıldızını takmamla birlikte Piyade ve Jandarma Subay okullarında iki yılımı kitaplar arasında geçirme hayalimi gerçekleştirebilecektim artık. Sırada 20.yüzyılın düşünürleri ve edebiyatı vardı. Bu iki yıl boyunca sol kültüre, edebiyata ait neredeyse erişebildiğimiz hangi kitap varsa arkadaşlarımla birlikte okuduk, tartıştık. Türk edebiyatının üç dev kadınını Adalet Ağaoğlu, Sevgi Sosyal, Füruzan’ın, Nazım Hikmet’in, Yaşar Kemal’in, Attila İlhan’ın eserlerini baş tacı yaptık. AST’ın oyunlarına resmi elbise ile gitmekten çekinmezdik. Bekar subay evimizin Dual pikabında dinlemediğimiz müzik topluluğu kalmamıştı neredeyse.  Hepsini sayamam burada. Yerlilerden Moğollar, Cem Karaca ve Dervişan, Barış Banço ve Kurtalan Ekspres, Üç Hürel…  Yabancılardan Pink Floyd desem Scorpion; Deep Purple desem Jethro Tull, Genesis desem The Alan Parsons Project, Queen alınır… Bir frankofon olarak ruhuma işleyen şansonları da unutmamam gerekiyor. Plaklarımın bir kısmını ofis odamda dinliyorum hâlâ. Başta Led Zeppelin olmak üzere bir kısmına oğlum el koydu. Bu sürecin tek olumsuz yanı mağrur teğmen görüntüsüne bu kez “her şeyi bilme” kibri eklenmesiydi.

İlk kıta görevi olarak kurada Hozat Er Eğitim Alayı’nı çektim. Tesadüf dört yakın arkadaş aynı birlikte görev yapacaktık. İlk gittiğimiz bu eğitim birliğinde, alay komutanlığı başkanlığında bir hırsızlık ağı kurulmuş, her bir bölükte 400 acemi er olmak üzere 3500 civarında askerin harçlıklarına göz dikilmiş meğerse. Biz emre rağmen askerlere traş takımı, çanta vb. sattırmayıp devletin verdiklerinin daha sağlam olduğunu söyleyince bu çıkar ağı biraz bozuldu. Lâkin, bizim düzenimizi de bozdular. Ara tayinle ülkenin dört bir yanına sürdüler… 1978 yılından 1982 yılına kadar dört yıl boyunca komando bölük komutanlığı ve çeşitli ilçe jandarma bölük komutanlıkları görevlerini yürüttüm. 12 Eylül 1980 darbesine üsteğmen rütbesiyle yakalandım. Bu tarihten atılacağım 2 Şubat 1982 tarihine kadar ayrım yapmaksızın herkesin “can güvenliğini sağlama görevi”nin tüm ağırlığını omuzlarında hisseden bir teğmen olarak Yeşilçam filmlerindekiler gibi saçlarım bir gecede bembeyaz olmasa da; gördüklerim, yaşadıklarım yüzümdeki her şeyi bilen, kendine güvenen, mağrur teğmen gülümsemesinin yavaş yavaş kaybolmasına yol açtı. Kulağımın yanından geçen kurşunlarla hayatı pamuk ipliğine bağlı yaşamanın verdiği yüksek gerilim ve kontrol altına almaya çalıştığım toplumsal hadiseler içinde dört yıla kaç hayat sığdırdım bilmiyorum. Uzaktan gördüğüm, yakınımda cereyan etse de küçük rütbem nedeniyle önlemeye gücümün yetmediği yüreğime gömdüğüm hukuk dışı olayların üzüntüleri; hayatlarını kurtardığımı sonradan öğrenen o günlerin gençlerinin bugünlerde gönderdiği selamların sevincini engelliyor hâlâ…

İnsanı değerli kılan şeyin bilgi olduğu sanılır. Ben de öyle sanıyordum başlangıçta. Oysa insan olmak, değerlenmek bir süreçmiş; insanın karşılaştığı olaylarda aniden vermek zorunda kaldığı kararlarında, tavırlarında ortaya çıkar ve gelişirmiş. Hayatın insanı sınadığı anlarda demek daha doğru olur belki. Böyle durumlarda insanın kendini tanıyabileceği tek bir turnusol kâğıdı varmış: Adalete olan inançtan taviz vermemek, daima yoksuldan, mazlumdan yana durmak,  insan denen aniden vahşileşebilen varlığın yaptıklarını kanıksamamak, bana ne, yesinler birbirlerini dememek, başkalarının acılarını hissetmek, insan haklarına saygı göstermek, göze alınacak küçük cesaretlerle zor anlarda doğru karar verebilmek… Değerin derecesi bu küçük sınavlarda alınan notlara göre oluşuyormuş… Ben ve benim gibi dönemin darbe karşıtı subaylarının görev yapma biçimindeki farklılıkları, başlarına gelenleri merak edenler “Rugan Ayakkabılı Teğmen” isimli romanımı okuyabilirler. Aynı ilkeleri avukatlık hayatımda da uygulamaya çalıştım, çalışıyorum. Bugüne kadar hiçbir müvekkilimi müşteri olarak görmemeyi başardım. Hepsine hukuki yardıma ihtiyacı olan, zor durumdaki insanlar olarak baktım ve yardım etmekten büyük keyif aldım. Onlar bu davranışımı fark etmeseler bile…

Ordudan atılmamı takiben 3.sınıf öğrencisi olduğum hukuk fakültesini biraz da mecburen kısa süre içinde bitirdim. İkinci hayatımın mesleği belirmişti. Jandarma subayı eğitiminin parçası olan kamu, idare ve ceza hukukunu iyi biliyordum. Avukatlığımın ilk yıllarında ceza davalarında müdafilik görevi de üstlendim. Ancak hayat beni fikri mülkiyet ve basın hukuku alanında yetkinleştirdi. Giderek yazılım, bilişim alanının ilk avukatları arasında yer aldım.

Subaylık gibi avukatlık hayatımda da mesleğime ilgi duydum. Seçim ve atama suretiyle İstanbul Barosu’nun birçok kurumunda çalıştım. 2000-2002 yılları arasında Baro Disiplin Kurulu Başkanlığı görevini yürüttüm. 1996-2010 döneminde Baro Staj Eğitim Merkezi yürütme kurullarında bulundum, çeşitli mesleki bölüm başkanlıkları yaptım, akademik kadroda yer aldım. Hukuk ve Adalet dergisinin ilk sekiz sayısının editörlüğü görevini üstlendim. Güncel Hukuk, Açık Sayfa, Birikim, Günışığı, Baro Dergisi gibi dergilerde yazılar yazdım. 2010 İstanbul Barosu Genel Kurulu’nda divan başkanlığı görevini yürüttüm. Arkadaşım Ümit Altaş’la beraber www.hukukpolitik.com isimli web sitesini kurduk.  Avukatlık mesleğiyle ilgili çeşitli dergilerde yayınlanan yazılarımın bir kısmını 21. Yüzyılda Avukatlık ve Baro isimli kitapta derledim. İçinde yaşadığımız dönemin hukuk sefaletiyle ilgili olarak Parçalanmış Adalet ve Türkiye’de Hukuku Yeniden Düşünmek isimli kitapları derledim.

Hukukun, “hukuk tarihi” dışındaki kısmının bir bilim olmadığını bilsem de avukat olarak insanlara yardım etme düşüncesi ilk başta beni heyecanlandırmıştı. Ama giderek yeknesaklığı, şekilselliği nedeniyle bana yetmemeye başladı. Bu hissin beni farklı konularda yazmaya yöneltmesi ise tesadüfi bir olayla gerçekleşti. Bu kez bir anıya, dostluğa yapılan bir kötülük neticesinde başka şeyler yazmaya karar verdim. Ortaokuldan öldürülünceye kadar arkadaşım olan Teğmen Talat’ın bazı devre arkadaşlarımızca terörist olarak nitelenmesi, hatta resminin devre albümünden çıkartılması sonunda onun hayatını konu alan ama onun nezdinde subaylık ideolojisine içeriden bakan, devletin kurucusu ve sahibi olduğunu iddia eden bir zümrenin, yapının zihni dünyası içinde arkeolojik kazı yapan bir roman yazmaya karar verdim. Beş yılımı aldı ilk romanım: “Rugan Ayakkabılı Teğmen.” Böylece edebiyat alanının zor, çetrefil sorunlarıyla karşılaştım, çözmeye çalıştım. Bana dokunan konularda yazıyordum ve bana dokunan konuların okuyucuya da dokunmasını istiyordum.

Genelde hayatın anlamı yaşam-ölüm sınırında yapılan tercihlerle daha da belirginleşir. Öyle anlarda gerçek dostluğun, sevginin, aşkın kıymeti daha iyi anlaşılır. Devrimcilerin korku tanımazlığı, ölüme meydan okumaları ve yenilgi sonrası topluma entegre olma biçimleri hep ilgimi çekmiştir. Kendiminki de dahil elbette… Bu örnekleri bazen hayret bazen şaşkınlıkla bazen anlayamadan izlemişimdir. Yazdığım ilk üç romana hâkim olan düşünce dünyasına bu merak ve hayret yön verdi.

İkinci romanım “Dinle Lisa”nın konusu, Rum çocukluk arkadaşımın fahişe olduğunu ve Beyoğlunda trajik bir biçimde öldüğünü öğrenmemle zihnime yerleşti. Mübadele kurbanı Kastorialı dedemin ve annesi Makedonyalı Cevriye’nin romana girmesiyle fikir gelişti. Mübadele kuşağını, 12 Mart ve 12 Eylül kuşağıyla buluşturma arzumu engelleyemeyince romanın kurgusu tamamlanmış oldu.

Üçüncü romanım, “Aşkın Yedi Menzili” ise Anadolu’nun ilk eşitlikçi, paylaşımcı hareketlerinden olan Babailerin, Baba İlyas’ın ve o dönem Anadolu’da hâkim olan İsmaili dailerinin, Hacı Bektaşların, Mevlanaların, Şemsi Tebrizilerin izini sürerken kalemimden dökülmeye başladı. Anadolu’nun Hıristiyan heretiklerinin ve Müslüman batınilerin yollarının kesişmesi, birbirlerine yardım etmeleri, yan yana savaşmaları, aslında dini görüşlerinin birbirine benzemesi, efsanelerin iç içe geçmesi romana yön verdi.

İlk gezi kitabım “Endülüs’ü Farklı Gezmek” ise,  “Aşkın Yedi Menzili” isimli romanımı yazarken içine girdiğim ve labirentlerinde koşturduğum Doğu İslam Uygarlığı’nın, akılcı ve tasavvuf damarlarının Batı İslam Uygarlığı (Endülüs) içinde devam ettiğini keşfetmemle oluşmaya başladı. Yaptığım Endülüs gezileri sonunda da bu özel bölgeyi farklı biçimde anlatma isteğim belirginleşti.  Kitabın girişinde bu serüvene ayrıntısıyla değiniyorum.

Tabii ki yazmayı istediğim yeni romanlar, gezi kitapları, öyküler cirit atıyor beynimin içinde. Hayatın izin verdiği ölçüde ve sırayla elbette.

Haluk İnanıcı

iİnsan doğaldır ki kendi hayatına hem ideolojik hem de “ben”in merkezde olduğu psikolojik özne olarak bakar. Geçmişinde hep iyi, güzel olan şeyleri görmeye eğilimlidir. Seçme yapar geçmişte gördüklerinden. Ama olgunlaştıkça objektif olmaya çabalamasının önünde bir engel de kalmaz. Yine seçme yapar, kolaj yapar. Artık geride gördükleri de gerçek olsun, hayal olsun hayatına dâhildir. Elbette geçmişe her bakış bağlamına göre farklı sahne seçimleri içerir. Bu yazı da öyle… Seçtiklerim ruhumun olgunlaşma serüveni hakkında genel bir his vermekten ibarettir, lâkin duygu dünyamın gerçek serüveni yazı dışında tutmuştur.

iiBunu daha sonradan bir birlikte komutanımın şahsi sicil dosyamı göstermesi neticesinde öğrenecektim.

iii Haksızlığı 30 yıl sonra tespit edip, tüm haklarımı 2011 yılında verdiler.