Blog

13

Haluk İnanıcı

BİRİNCİ BÖLÜM

GEZİYE BAŞLARKEN

Garip değil midir ki asıl Paris sizde sonradan bu şehirden kalacak büyük hayal.

Ahmet Hamdi Tanpınar

paris ve yapraklar sararmış etrafımda

seine’e kanat vurup bir rüzgar geçiyor

gare’d’orlean’da saat şimdi üç diyecek

yağmurdan çıkıp geleceksin hannelise

Attila İlhan, hannalise

Haziran ayında, Olimpiyat öncesinde zaman zaman yağmurlu 10 gün ayırdım yeniden bu kadim şehre. Zaten Paris’te ne zaman yağmur yağacağı belli olmaz. Haziranda, temmuzda hazırlıklı olmak gerekir. Yine o çok sevdiğim küçük Contrescarpe meydanında kahvemi içerken itiraf ediyorum: İstanbul’dan sonra ben en çok seni sevdim. Bu ilgimde askeri lisede ders kitabımız Vers la France (Fransa’ya doğru) ve À Paris’nin kahramanları Catherine ve Philippe’in Paris’e arkadaşlarını ziyareti ve bu vesile ile Paris’i gezmelerinin, tanımaya çalışmalarının payı büyüktür.

Ama elbette en büyük pay, Fransız İhtilali ve onu besleyen düşünce damarlarını okudukça; bir zincir halinde devam eden adalet, eşitlik, kardeşlik talebiyle ayaklanmaları öğrendikçe; bu şehrin sadece Fransızların değil tüm dünyanın ilham kaynağı olduğunu tespitime aittir.

Nitekim, 19.yy. ile 20.yy.’ın başlarındaki sanat ve düşünce akımları; II. Dünya Savaşı’nda Fransızların Nazilere karşı verdikleri büyük mücadele, savaş sonrasında ortaya çıkan ve insanlık için umut kaynağı olan düşünce ve gençlik hareketleri bilgi merkezime yerleştikçe Paris’e olan ilgim olgunlaştı. Üç hatta dört imparatorluğa başkentlik yapan  İstanbul’u dünyanın tarihi başkenti saydıysam, Paris’i de Dünya kültür başkenti olarak gördüm. Evet bir zamanlar Bağdat vardı, Kahire vardı, Kurtuba (Cordoba), İşbiliye (Sevila), Toledo vardı dünya kültür başkentleri arasında. Ama bu unvanlarını çok kolay harcadılar. 15.yy’da Floransa, 16.yy.’da Roma gibi 18 ve 19.yy.’larda da Paris ön plandadır artık.

Bu nedenle İstanbul’dan sonra en çok gezdiğim şehirdir Paris.

Paris Kitapları

Benden önce gezip bu şehir hakkında yazan başta Attila İlhan, Enis Batur ve Nedim Gürsel olmak üzere Türk yazarların izlenimleri, anıları; George Orwell’in muhtemelen kendini anlattığı “Paris ve Londra’da” romanı, Aragon’un “Paris’in Köylüsü” romanı ya da Hemingway’in “Paris Bir Şenliktir” kitabı gibi neredeyse kapağında veya içinde Paris geçen her kitap ilgimi çeker. Zaman zaman geriye döner, bu arada acaba Paris’le ilgili yeni bir kitap çıktı mı diye bakarım. Onlarla birlikte okurken de gezerim Paris’i. Paris ziyaretlerimde kitapçılarda Paris kitaplarının peşine düşerim. Valizimi ağırlaştırma, belimi incitme pahasına kütüphanemin Paris-Fransa bölümüne yerleştiririm.

Zamanla İnternetin verdiği imkanla araştırırken, sanatçıların Paris’i ile ilgili dergiler, kitaplar, makalelerle karşılaşırım. Bu konuda özel internet sitelerini not ederim. İlgimi çeken makale-yazıları dijital arşiv yanında ayrıca bastırır, özel olarak ciltlerim; eski alışkanlık işte… Voltaire’in, Flaubert’in, Baudelaire’in, Balzac’ın, Rodin’in, Hugo’nun, Foucault’un, Verlaine-Rimbaud’un, Sartre-Beauvoir’ın, Camus’nün; çocukluğumun yazarları Michel Zevaco’nun (Pardayanlar), Alexandre Dumas Père’in (Üç Silahşorler, Monte Cristo Kontu) Paris’ini merak ederim. Onların peşine düşerim.  Son iki yazar bana aynı zamanda okuma zevkini kazandıran yazarlardır.

İki Yazarın Paris Günlükleri

Okuduğum iki Paris günlüğünden de bahsetmem gerekir. Biri Osmanlının Tanzimat ve son dönem gazeteci-romancılarından Ahmet Mithat Efendi’nin; diğeri Ahmet Hamdi Tanpınar’ın.

Ahmet Mithat Efendi’nin Fransız İhtilali’nin 100. Yılı münasebetiyle açılan 1889 Paris Fuarı döneminde   yaptığı 13 günlük Paris gezisinin notları çok ayrıntılı[. Paris’in önemli tarihi yapılarını, bulvarlarını, meydanlarını anlatıyor ve kendi gezi rotalarını sunuyor bize. Ama hemen ifade edeyim gezi notları tarihi ve kültürel bilgilerle derinleştirilmeden yüzeysel bir dille kaleme alınmış. Yine de ifade etmem gerekir ki; 19.yy.’da bu kadar detaylı Paris’i anlatan başka bir Osmanlıyla karşılaşmadım.

Ahmet Hamdi Tanpınar’a gelince; onun diğer eserleri yanında “5 Şehir” kitabının müptelası bir kişi olarak tahminimden daha derin bir anlatıyla karşılaştım.

“Hugo’nun evinin önünde akasya, Arc de Triomphe’un boşluğundan fırlar. Belford aslanı Delacroix’nın atölyesinin önündeki küçük meydanda mübalağalı yelesini kabartır. Sainte-Chapelle bir yangın feneri gibi Eiffel’in tepesine asılır ve Notre Dame ile Louvre birbirine yapışık yürürler. Yalnız Seine nehri kendisidir. Her aralıktan bulanık ve uslu suların can sıkıntısını tekrarlar”

Aslında gezi günlüğünün arkasında Doğu-Batı kıyası gizlice işlenmiş.  Merak etmiştim acaba Paris’in en büyük yıldızlarından Saint-Chapelle Kilisesi’ni Tanpınar nasıl anlattı diye. Kitapta hemen bulmuştum.

“Saint-Chapelle pek az tesadüf edilir cinsten bir Şark, bir Kandehar zümrüdü, bir Keşmir yakutu, veya Yemen akiki kadar Şark. Kemiksiz denilebilecek mimarisinde şafak ışıklarından örülmüş bir çadıra benziyor… Fakat Sainte-Chapelle küçükcük ışık kafesiyle büyük katedralin yanında ne olsa bir süs, bir oyun, şeffaf bir çekmece gibi kalıyor. Notre-Dame öyle değil. O hakiki manasında taşa nakşedilmiş nesiller rüyası.”


Tanpınar’ın Paris gezi notlarında kullandığı en çarpıcı ifade Batı-Doğu ilişkisini veciz biçimde gözler önüne serer: “Pek az şair, yaşadığı şehre Baudelaire kadar tasarruf etmiştir… Baudelaire’in öldüğü günlerde bizim Tanzimatçılar, Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa Paris’te idiler. Fakat hiçbiri ondan bahsetmez. Zaten Tanzimat neden bahseder ki? Onlar Avrupa’yı başları sıkıldıkça uğranılan attar dükkanı gibi bir şey sanıyorlar. Ne çıkar, hala arada fazla değişen bir şey yoktur…”

Attila İlhan ve Paris

Attila İlhan’ın 1949-1960 arası hayatı Paris-İstanbul-İzmir üçgeninde geçer. Paris’te fasılalarla kalır. Paris yılları Attila İlhan’ın sosyalist olduğu ve Baudelaire, Verlaine, Rimbaud, Appollinaire, Cendrars gibi sevdiği şairleri Fransızcadan okuduğu, Fransız dostlarıyla kültür konularını tartıştığı yıllar. Bu dönemde ortaya çıkan şiirleri Türk şiirinde büyük bir kırılma ve tartışma yaratır. İçinde Paris geçen şiirleri özellikle Sisler Bulvarı ve Yağmur Kaçağı kitaplarında bulunur. Bu iki kitapta yer alan şiirlerden, kendi deyimiyle “önemli bazı bölümlerini meydana getirecek şiirler, (bu dönemde yaşadığı-abç.) bu iç çatışmasından çıkardığım ürünler”dir. Attila İlhan o döneminde Paris’i nasıl imgeler?

Şairin imge dünyasını bir şiir kıtasıyla anımsayalım.

paris’in göklerinden uzanıp bir yıldız kopardım

kırmızı bir karanfilmiş gibi yıldızı saçlarına taktım

onbeş dakika sonra bordeaux’ya bir tren kalkacak

garın merdivenlerinde benim için ağlayacaksın.

ellerim yağmura açılmış sakallarım ıslak

ben ki cehennemde bir allah gibi yalnızım.

bonaparte sokağı” şiirini bulup tamamını okumayı size bırakıyorum.

Yazarlar, Düşünürler

Gençliğimde en fazla etkilendiğim yazarlardan biri Flaubert ise diğeri Stendhal’dir. Madame Bovary  Anna Karenina ile birlikte kadın dünyası ve aşk ile temas ettiğim ikinci romandır. Parma Manastırı ve Kırmızı ve Siyah ise ilk okuduğum yıllarda ruhsal dünyama yazarın bile tahmin edemeyeceği kadar etki yapmıştır. Baudelaire, Victor Hugo, Balzac, Daudet, Zola, Marguerit Yourcenar dünyama daha sonra girmiştir.

Felsefi ve siyasi dünyamın aydınlanmasında rolü olan klasik ve 20.yy Fransız düşünürleri ise ayrı bir konudur. Sartre, Camus, Beauvoir gibi düşünürlerin ise daha ziyade mücadele biçimi, “var olma biçimi”, “yaşama biçimi” ilgimi çeker.  

Sartre ve Beauvoir çifti kadın ve erkeğin özgürlüğünden taviz vermeden beraber olma tarzına ilişkin ilginç bir deneydir aynı zamanda. Kadın ve erkeğin birbirine “sözleşme” ile bağlanması, birbirleri üzerinde mal sahipliği hakkı görmeleri; kıskançlık ve sonradan düşmanlık gibi mevzuları ortadan kaldıran, insanlara çok özel bir ilişki biçimini gösteren deneyim…

Farklı Gezmek-Flanörlük

Farklı Gezmek tabiri benim için bir özentiyi değil, gezme tarzını ifade eder. Bir yeri gezerken, fikri dünyama, hayatı algılamama katkı yapan yazarların, düşünürlerin, sanatçıların yaşadıkları semtlerde sokak aralarında onların izlerini aramak bir anlamda onlara olan vefa borcumu ödemektir benim için. Yapıların arkasına, sokakların köşelerine gizlenmiş öyküleri merak ederim aynı zamanda. Bu nedenle Paris sokaklarında dolaşmak onların yürüdükleri, oturdukları mekanlarda yerleşerek onlarla ilgili düşünmek, onların yazdıklarını okumak benim için insanlığın düşünce-eylem tarihine yapılmış bir gezidir aynı zamanda. Yoksa İnternette gezilecek yerler listesine giren önemli yerler arasında olmaları değil… Bu anlamda kendimi bir flanör olarak adlandırırım. Kurthan Fişek hocanın çevirisiyle düşünür-gezer… Belirtmek gerekir ki, müzeleriyle ünlü Paris’in kendi de aslında bir açık hava müzesidir.


Bu nedenle Pandemiye kadar her yıl Paris’e gitmeyi adet haline getirdim. Her gezimde bilgi-görgü hazinemi zenginleştirdim. Bazen bir iki yıl açıldı ara bazen de senede iki kez gittim. 20 kere gitmişsem en az birer haftadan hesaplarsam, Paris kitaplarına ayırdığım zamanı da eklersem, 1 yıl yapar ki, hep aynı mahallede otellerde-airbnb evlerinde kaldığım için aslında Saint-Germain-des-Prés’li sayılırım.  Çünkü Saint Germain benim için Paris’in kalbidir. Ne ilginç Paris’e sığınan Türk aydınları için de Saint Germain önemli bir mahalledir.

Bu haziran ayında planladığım 10 günlük gezi hem pandemi günlerinde gidememenin acısını çıkartma hem de Deniz’e Paris’i bir kez daha gezdirme arzumdan doğdu. Ama hemen belirtmeliyim ki bazı hayal kırıklıklarım oldu.

Her zaman en az bir kere yemek yediğim iki eski lokanta kapanmış. Sabahları erken kalkıp ağızda eriyen kruvasan aldığım küçük fırın sanırım sahip değiştirmiş; bir türlü istediğim sade kruvasanı bulamadım. Başka kırgınlıklarım (!) da oldu ama sırası gelince söylerim.

Paris-İstanbul

Paris ve İstanbul arasındaki ilişki çok eskilere gider. Bir kere hem Paris antik dönem adıyla Lutèce hem de Bizantium uzun bir süre Roma şehirleri olarak yaşamışlardır. Somut bir bağlantı da var. İstanbul’u Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapan İmparator Constantin’in yeğeni olan ve  bir dönem Galya Valisi olarak atanan Julianus,  Paris’in Roma dönemindeki adıyla Lutèce’te askerleri tarafından imparator ilan edilir. Tam iç savaş başlayacakken II.Constantin ölünce imparator olarak İstanbul’a gelir. Hatırlayalım, İmparator Julianus Büyük Konstantin’in serbest hale getirdiği Hıristiyan dini karşısında, diğer dinlere karşı da eşit davranır, onları da korur. Bir anlamda laik bir imparatordur Julianus.  Julianus’un güzel bir mermer portresi bugün Cluny Müzesi’nde bulunmaktadır.

Haçlı Savaşlarını, I.François-Kanuni ilişkisini, Napolyon’un Mısır’ı almasını, 28 Çelebi Mehmet Efendi’nin Paris’e elçi olarak gelmesini mevzu itibariyle bir kenara koyarsak, Paris-İstanbul ilişkisi Yeni Osmanlılarla başlar, Jön Türklerle devam eder. “Tasvîr-i Efkâr’da yazan Nâmık Kemal ve Muhbir gazetesinde çıkan yazıları sebebiyle Ali Suâvi ile Ziyâ Bey (Paşa), hükümetin sert önlemlerine hedef teşkil ettiklerinden Mustafa Fâzıl Paşa’nın davetini kabul ederek yurt dışına çıkmışlar ve 30 Mayıs 1867’de Paris’e varmışlardır[.” Şinasi de oradadır. Namık Kemal’in Komün’den önce İstanbul’a döndüğü anlaşılıyor. Ancak onun Yeni Osmanlılar örgütünden arkadaşları Reşat, Nuri ve Mehmet beylerin Paris’te sürgünde iken Paris Komünü’ne, cumhuriyetçiler ve devrimcilerin yanına katılarak savaştıkları biliniyor. Komün ayaklanmasını arkadaşları gibi cumhuriyetçilerin monarşiye karşı ayaklanması olarak gören Namık Kemal’in Komün lehine ifadeleri de vardır.

Yeni Osmanlılar Fransız Devrimi kavramlarını kullanan, anayasal monarşiyi savunan ancak Tanzimat Reformları’nı yeterli bulmayan bürokratik kesimdir.  Jön Türkler ise Abdülhamid’in istibdat rejimine karşıdırlar.  Jön Türkler Prens Sabahattin‘in başkanlığında, Paris’te 4-9 Şubat 1902 tarihleri arasında düzenlenen Osmanlı Hürriyetperveran Kongresi’ne katılmışlardır. Her iki grubun konumuz açısından ortak yanı ise muhalefetlerinin merkezi olarak Paris’i seçmeleri, toplantılarını, kongrelerini Paris’te yapmalarıdır.

Paris, Cumhuriyet dönemimizde de muhaliflere kucağını açacak, Abidin Dino, Nazım Hikmet gibi düşünür ve sanatçılar ya bu şehre uğrayacaklar ya da burada ikamet edeceklerdir. Paris’i mesken tutan  yazarlar arasında Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Fikret Mualla, Bedri Rahmi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyüboğlu, Attila İlhan, Vedat Günyol, Ferid Edgü, Mehmet Ulusoy, Enis Batur ve Nedim Gürsel’i de belirtmek gerekir. Kimi zihinsel özgürlük peşinde koşarken, kimi baskıdan kaçarken gelir Paris’e…

André Chénier

Paris’le İstanbul’u birleştiren bir simge daha var ki, ilk duyanı mutlaka çok etkiler. Şair André Chénier (1762-1794) bir konsolos görevlisinin oğlu olarak İstanbul, Galata semtinde ahşap bir evde doğar. Bugün yerinde Saint Pierre hanı vardır. Paris’teki evinin önünde de anısına plaketi de bulunmaktadır. Fransa’ya döndükten sonra kültürlü bir çevre içinde yaşar. 1794 yılında giyotine gönderilen son kişiler arasındadır. Darağacının önünde sırasını beklerken Sofokles’in bir oyununu okumaktadır.  3 gün sonra terör dönemi sona erer… 97, rue de Clery, Paris’teki evinin önünde orada yaşadığına ilişkin plaket bulunmaktadır.  İstanbullu Şairi bir şiirinden birkaç mısra ile analım.

İşte Öyle Bir Genç Sevgili

André Chénier

Çev.: Haluk İnanıcı

İşte öyle bir genç sevgili, yalnız ve mutluluktan uzak

uçurumun kenarında, bir çam ağacının dibinde oturmuş

ve orada yeniden alıyor eline, içinde tatlı bir sıkıntı taşıyan mektubunu,

Sadece onun için yaşayan ve ağlayan güzel sevgilisinin.

Tadını çıkarırken boş zamanın, arzuyla bakıyor satırlara,

okuyor onları, yeniden okuyor, durmadan okuyor.

Maşukunun mektubunu öperken kalbinin kapısı aralanıyor.

Kamondo Ailesi

İstanbullu, geçmişi Seferad Yahudilerine dayanan banker Kamondo Ailesi’nin Paris’teki evini ziyaretimiz biraz hüzünlü olmuştu. İlkokula giderken her gün bir kez çıkıp indiğim ve adını daha sonra öğrendiğim Kamondo merdivenlerini yapan, İstanbullu banker ailenin hayli hazin bir öyküsü var.

Kamondo ailesinin İstanbul’a armağan ettiği sayısız yapı var. Bunlardan ailenin oturduğu Tünel’deki büyük malikane bugün bomboş duruyor. Kamondoların aile mezarlığı ise Hasköy’de anıt mezar olarak bulunuyor. Bankacı Kamondo ailesine, o zamanlar Doğu’nun Rotschildleri denirdi. Aile 1860’lı yıllarda Paris’e taşınır. Elbette İstanbul’da banka faaliyetine devam ettiler. Aile Avrupa’daki şirketleriyle daha da büyür. Paris’te daha önce gittiğimiz Monceau parkına nazır, Monceau sokak 63 numarada bulunan ve bugün müze olarak gezilebilen ev acılarla dolu. Son kuşak Kamondolardan, Nissim Kammondo Fransız uyruğuna geçer. Pilot olarak görev yaptığı I.Dünya Savaşı’nda ölür. Nissim’in kardeşi Beatrice ise kocası ve çocuklarıyla birlikte Nazi kampında öldürülür. Bu iki kardeşin annesi İrene Cahen ise hayatta kalarak tüm mirasın sahibi olur. Aile İrene Cahen’in 1963 yılında ölümüyle son bulur.

Önceki gezilerimde ailenin müze olan evlerini gezerken nedense çok etkilenmiştim. Bu etki evin görkeminden ziyade başlarına gelenlerle ilgiliydi. Evin mutfağı ise varsıl bir ailenin o dönem yapabileceği sanırım en gelişmiş fırınlar, araç-gereçlerle doluydu.

İstanbul’da başlayan ve Nazi kamplarında sona eren bir trajedi.  Acaba İstanbul’dan ayrılmasalardı başlarına ne gelirdi? Öngörmek oldukça zor. Ben Kamondoları İstanbul’a bıraktıkları eserlerle anmak istiyorum… Monceau sokağı 63 numaralı ev-müze İstanbulluları bekliyor…

Barikatlara!

İnsanlığın “Eşitlik, Kardeşlik, Adalet” talep eden en büyük ayaklanmaları Paris’te başlamış ve bir seri halinde devam etmiş. 1789, 1830- 48 ayaklanmaları ezilenler tarafından zalim Orta Çağ zihniyetine karşı bir başkaldırıydı. Önce aristokrasiye karşı, sonra onlarla uzlaşan burjuvaziye karşı ayaklanmalar… 1870 Paris Komünü günlerinde insanlığın modern zamanda ilk eşitlikçi deneyi yaşaması şehre özel bir önem katıyor. Komün’de ölen Komünarlar için Père Lachaise Mezarlığı’nda bugün gömüldükleri yerde özel bir anıt bulunuyor.

Neredeyse şehrin her köşesi bir zamanlar barikatların kurulduğu direniş noktaları aynı zamanda. Ne şanslıyız ki, fotoğraf makinesine dönemine yetişen bazılarının fotoğraflarına da sahibiz. “Barikatlara!” ibaresi Fransa ve Paris için bir hak talebi simgesidir. Ancak zulme başkaldıran, hak talebinde bulunan insan kendi tarihini yazabilir. Paris bu nedenle insanlığın kabuğunu kırmasının da merkezidir benim için. Eşitlik için, kardeşlik için, adalet için tarih yazmak…  

Evet bugün insanlara romantik gelebilecek belki de bu nedenle çocuksu sayılabilecek ayaklanmalar, mücadeleler aslında “nefes aldığımız dünyanın” temelini teşkil eder. Şiirin gözüyle bakarsak,  özgürlüğü elde etmek; romantik başkaldırı ve çocuklukla ilgili bir durumdur… Unutmayalım ki, bugünkü özgürlük alanımızı o mücadelelere borçluyuz.

Bu mücadeleleri küçümseyen, onlara sözde yukarıdan baktığını sanan, ayaktakımı işleri olarak gören, hayatı sadece şahsi çıkar-güç peşinde koşmak zanneden lakin kendi kibirlerinde boğulduklarının farkında olmayan kişiler için de geçerlidir bu borç…

Kuşbakışı Paris

Paris tıpkı İstanbul, Roma gibi hakkında yazı yazması çok zor bir şehir. Çünkü üst üste geçmiş tarihi-kültürel katmanlar şehri tanımanız için zaman gerektirir. Hakkında binlerce kitap, makale yazılmış bir şehri küçük bir kitaba, makaleye sığdırmanız çok zordur. Olsa olsa tematik veya konu bazında girebilirsiniz şehrin dehlizlerine. Bu yolu tercih etmezseniz, Les Deux Magots veya Café de Flore sizin için bir zamanlar ünlülerin oturduğu, uğranıp kahve içilecek ve fotoğraf çekilecek turistik yer dışında bir anlam taşımaz. Oysa bu iki kafe, 20 yy.’ın neredeyse tüm düşünce-sanat akımlarına, sinema, moda gelişmelerine, yazarlara ve edebiyat tartışmalarına tanıklık etmiş tarihi mekanlardır. Bu nedenle İstanbul, Paris, Roma, Sevila gibi şehirler biraz ilgi bekler, hakkında en azından temel bilgilerin bilinmesini bekler, size kucak açmak için.

Paris’in önemli semtleri neredeyse herkes için aynıdır: Sain Germain, Latin Mahallesi, Cite ve Saint-Louis adaları,  Marais (Yahudi Mahallesi), Montparnasse, Monmartre, Opera-Jardin de Royal, Champs-Élysées, Trocadero, Champs de Mars bölgeleri.  Gezi farklılılğı ise Paris’le kurmayı düşündüğünüz ilişkide gizlidir. Turistik yerleri, moda aktörlerini gezmekle yetinebilir ya da  sokaklara, mekanlara sinmiş kültür birikiminin peşine düşebilirsiniz. Haliyle herkesin Paris’i de tercihlerine göre  değişecektir.

Bu semtleri tek bir yazıda anlatmak mümkün değil elbette. Bu nedenle, bu yazımın konusu olarak, giriş mahiyetinde bazı açıklamalar yanında sadece Saint Germain-des-Prés’yi seçiyorum. Bu semte bile sadece kuşbakışı olarak değinebiliyorum.

Enis Batur’un Paris’i: Ece Kent

Bugüne kadar okuduğum en güzel Paris kitabı. Dikkatli okur anlayacaktır. Benim tarzıma yakın bir tarz. Paris’i sadece taştan, topraktan, güzelliklerden ibaret saymayan şehre sinmiş ruhun peşinde koşan bir kitap. Öyle bir ruh ki; Fransızların ve Paris’e akın akın gelen yabancıların hep birlikte oluşturduğu ve farklı bir kültür yaratan ruh… Bu nedenle sokak sokak dolaştırır Enis Batur bizi. Bize bu şehrin artık Parislilere ait olmadığını söyler.

Bu kitabı rehber tutup Batur’un sokaklarını onun gibi gezebilirsiniz. Ya da benim gibi onu da dikkate alarak kendi sokak gezi planlarınızı oluşturabilirsiniz. Onun kafelerini; Balzar’ı, Café Le Sorbon’u, Le Mondrian’ı, Le Rempart’ı, Café de la Mairie’ye, Café Bonaparte’a veya Vieux Colombier’ye uğrayabilirsiniz.

Ama Reyhan’la müşterek tercihimiz, Saint Germain’in nisbeten daha sakin köşesi olan Saint Sulpice meydanında ki Café de La Mairie’dir.

Saint Sulpice Meydanı ve Servandoni Sokağı

Aşağıda anlatacağımSaint-Germain-des-Prés bölgesinin en güzel meydanlarından olan Saint Sulpice meydanı, Café de La Mairie vesilesiyle öne geçti. Varsın geçsin. Hem de okura ikinci bölümde bu semti nasıl anlatacağımın ipucunu önceden vermiş olurum.

Bölgede en sevdiğimiz kafelerden biridir Café de La Mairie. Burada günün her saatinde oturup kahvemizi içmeye veya Fransız usulü kahvaltı yapmaya bayılırız. Nedense, nazır olduğu meydanın sağ tarafında (doğruysa) Catherine Deneuve’ün üst katında oturduğu evin, sol tarafımda Saint Sulpice Kilisesi ve içindeki Delacroix tabloları ve karşımda Rue Ferrou’daki Rimbaud’un Esrik Gemi şiirinin üzerinde yazılı olduğu duvarın varlığı, André Gide’in eserini yazmak için seçtiği üç mekandan birinin bu kafe olması kahvemi yudumlarken onları düşünmem şehrin bu köşesini benim için cazibe merkezi haline getirir. Her saati ayrı güzeldir. Ama laf bu meydana gelmişken, Umberto Eco’nun bu meydanın etrafındaki sokaklarla ilgili, daha doğrusu D’artagnan ve Üç Silahşorler romanının mekanlarını analiz ederken, Alexandre Dumas Père’in bir sokak ismindeki hatayı bulmaya çalışırken bize kahramanların kaldıkları bu meydan etrafındaki sokakları anlatmasına değineyim. Farkına varırız ki, bu sokak isimlerinin çoğu 400 yıldır değişmemiş. Bazılarının adlarında farklılıklar veya yer değiştirmeler olmuş.

Eco bize esprili bir dille burada yer alan Servandoni sokağının adındaki hatayı ince bir şekilde hatırlatır. Eco Romanın girişindeki bir sahneyi bir kroki eşliğinde anlatırken D’Artagnan, Aramis, Portos, Athos’un oturdukları evleri öğreniriz. Athos’un kaldığı yer bugün mevcut olan Férou sokağında, D’Artagnan’ın gittiği ev Rue du Vieux Colombier sokağındadır. Aramis ise Servandoni sokağının köşesinde oturmaktadır. Bütün bu sokaklar Saint Sulpice meydanına açılır. Servandoni, Saint Sulpice Kilisesini yapan mimarın adıdır. Adı bu sokağa 1806 yılında verilmiştir. Yani Eco’ya göre romanın geçtiği 1625 yılında sokağın adı Servandoni, roman kahramanı Aramis’in oturduğu ev de Servandoni sokağının köşesinde olamazdı. Dumas, 1625 yılında cereyan eden roman olayını yazarken sokak ismi konusunda yanılmıştır. Yine romanda geçen ama bugün bulunmayan Fossoyeurs sokağı da o zaman kilise henüz yapılmadığı, meydan düzeni bulunmadığı için Cassette ve Servandoni sokakları arasında bulunmalıdır. Ancak başka kayıtlar, Eco’yu kısmen çürüten değenlendirme yapmaktadır. Eco’nun romanda Servandoni adının geçmesinin hata olduğu tespiti doğrudur. Ancak anşılıyor ki, onun yerini bulamadığı romanda geçen Fossoyeurs sokağı, Servandoni’nin eski adıdır.

Eco’nun, bu güzel meydanın ve etrafındaki sokakların tarihi varlığını incelenkenki dikkatini, Café de La Mairie’de  kahvenizi yudumlarken düşünmeniz, hâlâ aynı adları taşıyan sokakları dolaşmanız gezinize renk katacaktır. Eğer siz de Üç Silahşorler romanının benim gibi müptelası iseniz kahramanları halen aynı isimlerle anılan sokaklarda ve kahvenin önünden atlarıyla geçerken hayal edebilirsiniz.

Daha yakın döneme bakalım, Servandoni sokak Juliette Gréco’nun , Roland Barthes’in yaşadığı sokak. Fransız İhtilalinde ölen filozof matematikçi Condorcet de burada kalmış. William Faulkner bu sokakta bulunan hoteli 1925 sonbaharında bir süre ikametgah seçmiş.  Rimbaud’un Esrik Gemi şiirinin duvarında yazılı olduğu Ferrou sokağında şair Jacques Prévert yaşamış, Amerikalı yazar Ernest Hemingway yazar çift Zelda ve F. Scott Fitzgerald burada kalmışlardır. Daha önce de bu sokaktaki Hotel Fenelon’da Ernest Renan’ın misafir olduğu söylenir.

Pasajlar Turu

 19.yy Paris’in yeniden inşa edildiği, Mimar Haussmann’ın büyük bulvarları açtığı, Pasajların ortaya çıktığı bir dönemdir aynı zamanda.

“Flanör tipinin o günlerin pasajlarıyla beraber doğmasının bir başka nedeni daha vardı. Paris’te gece aydınlatması ilk defa bu pasajlarda kullanılmaya başlanmıştır. Bir diğer deyişle, artık geceler aydınlanmış ve gündüze dahil olmaya başlamıştır.”

Üstleri ışığı içeriye alan demir karkas üzerine cam ile kaplı, zemini mermerle örtülen ve birinden diğerine geçilebilen bu pasajlar yeni hayat tarzının habercisidirler. Pasajlar bugün de modern hayata eklemlenmiş olarak hayatını devam ettirmektedir. Bu nedenle her Paris gezisinde yapılacak pasajlar turu, aynı zamanda şehirdeki değişikliğide gösterir gezginlere. Örneğin son 20 yıl içinde pasajların daha bakımlı hale geldiği ve içinde bulunan dükkanların, lokantaların canlandığı açıkça görülmektedir.

Pasajlar turunun önemli yapılarını belirtelim: Galerie Véro-Dodat, Galeries du Palais Royal, Galerie Vivienne, Galerie Colbert, Pananoma Pasajı, Joufroy Pasajı, Passage Choiseul, Verdeau Pasajı, Passage du Grand Cerf, Passage du Caire. Bir ikisi hariç bir pasajdan başlayıp sonuncusundan çıkmak mümkündür. Bunun için gereken rota çalışmasını telefonunuzun haritalarından  bir iki dakika içinde yapabilirsiniz.

Baudelaire’i ve pasajların ne olduğunu bize anlatan Walter Benjamin’i hatırlamadan pasajları dolaşmak doğru olmaz. Özellikle önceden okunacak Benjamin’in “Pasajlar” kitabı bu turu anlamlı hale getirecektir.

Pasajlar denilince George Sand özel olarak hatırlanmalıdır. 19. yüzyıl geceleri sadece fahişelerin sokağa çıktığı dönemdir. Kadınlar geceleri dolaşma hakkını, bu kalıbı kıran George Sand’a borçludur. Her ne kadar bunu erkek kıyafeti giyerek yapsa da kadın cesaretinin simgesidir döneminde. Hani şu “..içinde Eski Rejim’le Paris proletaryasının birleşmesinden doğan gayrimeşru bir çocuk vardı,” denilen, Chopin’in, Alfred de Musset’nin ilham perisi sevgilisi, 19.yüzyılın pırıltılı güneşi Sand.

Fête de la Musique (Müzik Bayramı)

21 Haziran akşamı sabaha kadar süren kutlama, daha önce lokal bir müzik etkiliğiyken 2011 yılından itibaren uluslararası müzik etkinliği haline gelir. “Fet” okunuşu aynı zamanda “yap” (faite) anlamına da geldiği  (homophone) için, şenlik amatör müzisyenlerin sokaklarda, kamusal alanlarda, poptan rocka, jaz müziğine kadar çeşitli performanslarını sunmalarına, müzik yapmalarına imkan veriyor. Fransanın ve dünyanın her köşesinden gelen insanlarla o gece Paris sabaha kadar dünyanın özel bir köşesine dönüşüyor. İnsanlar sabaha kadar dans edip, müzik çalıyorlar.

Haziran ziyaretlerimizi bu nedenle 21 hazirana rastlatmaya çalışırız. Etkinliklerin sabaha karşı sona erdiği sanılmasın. Her belediye kendi bölgesinde etkinliklere izin veriyor. Yürürken bir köşede karşınıza çıkan topluluğu dinleyip, köşeye asılan yazılı listeden hangi saatte buraya hangi topluluğun geleceğini okulabiliyor, izliyebiliyorsunuz. Bu nedenle şenliği takip eden günlerde de Paris’in her köşesinde bir performansı dinleme imkanı bulunuyor. Özellikle Saint Martin Kanalı boyunca uzanıyor bu etkinlikler. Resmi etkinliklerin listelerine internetten de erişilebiliyor. Ama bayram olmasa da Batılıların birlikte gezerken uygun gördükleri bir köşede konser sunmalarının önünde bir engel bulunmuyor. Bu tür karşılaşmalar geziye renk katıyor.