Kitap Hakkında Konuşulanlar

Zamanın Eskimeyen Dertleri

Elimde iki kitap, “Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreği allak bullak bir bellekle son buldu” diye düşünüp duruyorum. Tarihin izleği, bu izlekle birlikte meydana gelen değişimler, bu değişimlerin insanlara yansıyan halleri nihayetlenmiş değil. Bu açıdan bakıldığında yakın tarihi “bir geçmiş” olarak irdelememiz pek de mümkün gözükmüyor. Zira tarih dendiğinde dün, bugün ve geleceği hep birlikte düşünebiliriz kanaati hakim bu yaşadıklarımızda.

Haluk İnanıcı’nın özyaşam tanıklığından yola çıkarak ve “içerden” anlattığı kitabı, bir Türkiye panoroması sayılabilecek olan Rugan Ayakkabılı Teğmen. Ordudan atılan subayların dramını ve birbirleriye örtüşen bu dramların bir ülkenin yazgısında nerelere düşebileceğini anlatıyor. O zaman 12 Eylül’ü hazırlayan tüm dinamikleri ve siyasi “dinamitleri” yeniden görebilmek bugünü anlamak açısından da daha etkili oluyor. Kitabın kahramanlarında da ülkenin bu haline denk düşen bir çaresizlik mevcut. Kendisine ordudan rugan ayakkabılar verilen kahramanın, ayakkabılarına bakıp ayaklarının onlar içersinde nefes alamadığını düşünüyor olması kişisel olarak varlığı ile boşlukta asılı olmak gibi bir duygu aslında. “O her zaman giyilmezdi, hayatın parlak sayfalarına eşlik ederdi… Bir insanın tarihi ayakkabılarının tarihi değil miydi?”

Ayakkabılar ve ötesi

Bu ilginç sorudan ve ayakkabı metaforundan yola çıkarak başka yerlere atlamak mümkün. Öyle bir ülke düşünelim ki bir insanın tarihi rugan ayakkabılarının tarihi olsun; yaşadığı siyasi darbelerin sayısı ve bu sayılarla gelen kuşatmalar olsun. İnsan ya da insanlık tarihi böylesi dur-kalklarla mı ilerler? İnsanın tarihi, başka bir deyişle ayakkabılarına bakmakla mı geçer, yoksa asıl olan kat edilecek olan yol mudur? Kendisine yol kat etmesi izin verilmeyen insan ne yapar? Kısaca özgür ve özerk olunmasına izin verilmeyen insanın tercihi nedir?

Tuhaf bir tesadüf, hemen her kitabıyla zihnimde uzun yolculuklara çıkmamamı sağlayan Engin Geçtan’ın Metis’ten çıkan Zamane’si hızır gibi yetişiyor imdadıma. Tarihin insan ve insanlık tarihi bağlamında benzer hususlar içerdiğini düşündürtüyor insana. Kişilerin tarihinden insanlık tarihine uzanan bir saptama bu. Geçtan’a göre her ikisi de birbirini izleyen bağımsız olaylar dizisi ve dönemlerden oluşmuyor. Ona göre “Münferit bir olayın, tarihin yönünü belirleyici bir unsur olarak değerlendirilmesi” pek mümkün değil. Neden derseniz her olay sürecin kendi akışı sırasında doğuyor. Kısaca insanın yaşam öyküsü ve insanlık tarihi arasında kesintisiz birer süreç ihtiva etmeleri ve bu süreç içersinde yer yer durağanlık, yer yer sıçramalarla yol kat edilmesi yönünde yakın bir bağ var. Bazen bu sıçramalar dorukları oluşturuyor. Tıpkı bir edebiyat metninde olduğu gibi olaylar bir biçimde akıyor, durağan anlara durağan olmayanları eklemleniyor, sıçramalarla yükselişler gerçekleşiyor ve karşımızda onu buluyoruz: Doruk noktası… Bunu olumlu-olumsuz birçok örnekle desteklemek mümkün. Örneğin yazının bulunması, matbaanın insan hayatına getirdiği değişim, atomun parçalanması, genetik alanındaki devrimler, bilgisayarın hız ile kurduğu ilişki… Hepsi bir sürecin sonucunda insanlık tarihinde yer almış olaylar. Öte yandan dünyadaki birçok soykırım benzer bir akışın içinde gerçekleşebiliyor. 11 Eylül’ün bir günlük bir olay olmadığını hepimiz biliyoruz. İnsan ilişkilerine baktığımızda da farklı değil aslında. Günümüzde bir insanın öfkesi, vurdumduymazlığı, kibri, otoriterliği, hırsı, aşırı hassasiyeti, melankolisi, hüznü, melekliği, demonik tepkilerine “bunun başlangıcı neydi ve nasıl gelişim kaydetti?” sorusunu sorabilirsek, o insanın kişisel haritasını çıkarmamız mümkündür. Peki bu neye yarar –özellikle de geçmişi düşünerek, tam da o geçmişin 2010 yılındaki Türkiye’deki yansımalarını akılda tutarak?

Bir ihtimal şu gerçeği görürüz: Türkiye’de yaşayan insanlar olarak birçok hususta hemen hepimizin yaraları ortak! Hepimizin üzerinde aile, din, ideoloji, vatandaşlık duyguları o kadar travmatik bir biçimde etkisini sürdürüyor ki! Bunların yarattığı depremlerin başında “özerk insan” olamama hali ne yazık ki hâlâ çok önemli bir yer tutuyor. Yine Geçtan’a referans verecek olursak, “Özerklik, bir insanın seçimlerini dış etkenlerden ve şartlanmalardan bağımsız şekilde ve iç sesi doğrultusunda yapabiliyor olma özgürlüğüdür. Politik özerklik, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi üst-sistemle ilgili kavramlardan sık söz edildiği halde, bireysel özerklikten neredeyse hiç söz edilmez!”

İster karar veremeyen, verdiği kararla ilgili şüpheler içersinde kalan, kendini ortaya koymaktan ürken biri olalım; ister “ist”lerle, “izm”lerle konuşmayı amaç eylemiş bir geçmişin içinden gelip o üsluba inanalım; ister başkalarını ya da üst-sistemleri damardan eleştirmek halleriyle günü kurtarmaya aday olalım –hemen hepsinin vardığı yer muhtemelen aynı; kendimizi, karşımızdakileri ve dünyayı seçememek!

Oysa özerk bir birey olabilmek başkalarının olmadan önce kendimizin olabilmeyi göze almaktan geçiyor. Elbette bu yaşananlara nasıl bakabiliriz sorusu da önemli. Bugün yaşanan birçok çelişkinin temelinde ne yaşandığından çok neye nasıl bakıldığı sorusunun etkili olduğunu görüyoruz. Kısaca şu: Dünya nereye giderse gitsin, “batsın bu dünya” diye bakmak ve her şeyi önyargıyla toza dumana bulamak yerine olup bitenleri serinkanlı bir perspektiften görmeye, anlamaya, algılamaya çalışmak…

Uzmanlık alanı psikiyatri olan Engin Geçtan’ın kimlik sorunlarından korkulara, otoriteden depresyona bizi bize anlattığı kitabı Zamane’yi okumanız size değişik bir kapı açmaya aday. Yaşanılan anı ve yaşamın değerini gerçekten istiyorsak.


Öte yandan Halil İnanıcı’nın Rugan Ayakkabılı Teğmen’i de mâkus kaderli bir ülkeyi seçebilmemiz için ilginç ipuçları taşıyor. Dünü daha iyi hatırlayabilmek için.