Roman / Gezi / Hukuk

Parçalanmış Adalet

Türkiye, demokratik mücadelenin hukuka yansımasının net izlendiği ülkelerden biridir. Ülkemizin adeta bir hukuk laboratuvarı olmasında, Batı’nın 200 yılda olgunlaştırdığı modern toplum projesini bizim 87 yıllık cumhuriyet tarihimize sığdırmak zorunda kalmamızın yarattığı gerilimin de payı muhakkak vardır. 1923-1946 döneminde, ulus-devlet projesi inşa edilirken, eski düzene karşı tavır alan iktidarın “otoriter ceza hukuku anlayışı”na ihtiyaç duymasının sebebini anlamak çok zor değil. Üstelik, eski düzene karşı Batılı bir toplum projesi inşa edilirken, Osmanlı’nın son dönem sıkıyönetim mevzuatından aynen yararlanılmış ve bu uygulama neredeyse 1940 yılına kadar sürdürülmüştür. Hatta bu mevzuat da yeterli görülmemiş; rejim, İstiklal Mahkemeleri Kanunu ve diğer özel ceza kanunlarıyla tahkim edilmiştir.

Aşkın Yedi Menzili

İsterseniz Selçuki, Farsi, Rumi; isterseniz Ermeni, Sami, İbrani topraklardan hatta hakikatin bağrından kopup gelen, sevdiği kadını arayan bir âşık deyin; isterseniz alın elinize kalbimi, işitin sizin için atan nağmeleri. Ben ki nurunu Allah’tan, sabrını imandan almışım; ömrümü “hâl ve kâl” arasında geçirmişim, nice pir, rind, kalender tanımışım, yolları seccadem bilmişim de gelip size “câmı ceminizden mey verin bana,” demişim. Sultanım siz de bakın bakalım, içtiğiniz su, yediğiniz ekmek kadar gerçek miyim, yoksa sizin için deli divane miyim?

13. yüzyılda, Diyarı Rum’da Tebrizli Arif’in, Taşbek Baba’nın, Porine’nin, Mahperi Sultan’ın iç içe geçen yolculuğu… Başka türlü Müslümanlarla, ruhban sınıfını kabullenmeyen Hıristiyanların yol arkadaşlığı… İsa’nın çocukları, Ali’nin çocukları için yas tutuyor, mumlar yakıyor…

Aşkın Yedi Menzili, ezber bozanların hikâyesi… Aşkın ve adaletin romanı…

Haluk İnanıcı, çitlembik ağacının gölgesinde gördüğü düşleri anlatıyor… Fısıltıları dillendiriyor…

Aşkın Yedi Menzili’nin bir bölümünü okumak için lütfen tıklayınız.

Kitabın websitesine gitmek için tıklayınız.

Rugan Ayakkabılı Teğmen

“Gece olduğunda ay yoksa, yatakhanenin pencerelerinden görünen gökyüzünde pır pır yanıp sönen yıldızlar ne kadar çoktu… Hayalleri tutuşturan bol yıldızlı gökyüzünün altında, anne kucağından uzakta uyuyan çocuklar, yıllar sonra diplomalarını aldıklarında yıldızlar her birin omuzlarına konacak, teğmen olup hayatın akışına katılacaklardı. Omuzlarındaki yıldız sayısı çoğaldıkça parıltıları artacak, göz kamaştıracaklar ama yolları da birbirinden ayrılacaktı. Bazısı ülkülerle çarpan kalbinin sesini dinledi, özgürleşmek ve özgürleştirmek istediği hayattan bir yıldız gibi kaydı; insani değerlerini ve özlemlerini miras bırakarak. Ve Türkiye, kendi çocuklarının yasını tutmadı.”

Dinle Lisa

“Son bir ders daha aldım Lisa’dan: Aşk insana, sanılanın tam tersine, gerçeği öğretirmiş. Lisa’ya ‘kimsenin kimse için söylemediği şeyler söylemeye’ söz vermem bu nedenledir.”

Dinle Lisa, bir hasret romanı. Toprağından, çocukluğundan, gençliğinden, yetişkinliğinden, geleceğinden kovulmuşların iç dünyasında hayat buluyor. Dinle Lisa, elbette bir umut romanı aynı zamanda… Toplumsal ve bireysel hayatın insanı mahkûm ettiği esaretten kurtulma imkânının olmadığı anlarda, hiç umulmayan, dahası, beklenmeyen yerlerden filiz veren, hiçbir öngörüye, plana sığmayan umutların dillendiricisi oluyor. Hasret ve umuttan doğan bir aşk da taçlandırıyor Dinle Lisa’yı… Bir armağan gibi yaşanan, paketinin kurdelelerini acı kırmızı avuçlarımıza bırakan bir aşk.

İsyan, kabulleniş, öfke, çaresizlik, direnme, çözülme ancak birbirinin halkasında gerçekliğini kazanabiliyor. Dinle Lisa, sorulmayan soruların niçin sorulmadığına da bakan, baktıkça büyüyen bir göze dönüşerek, Türkiye gerçeklerinin çok parçalı aynasına ışık oluyor; gözlerimizin önüne gerilen perdeyi yırtıyor… Nice acının içinden geçen bir şefkatle.

Türkiye’de Hukuku Yeniden Düşünmek

Vatandaşların devletle ve kendi aralarındaki ilişkileri, politik toplum/sivil toplum dengesini belirleyen kurallar bütünü olarak karşımıza çıkan hukuk, hem devlet aygıtının fikrî yakıtı olarak hem de yargı bünyesinde cisimleşmiş bir baskı aygıtı olarak, demokratik hukuk devletinin ayrılmaz bir parçası olduğu; yönetenlerin keyfiliğini önleme, yönetilenlerin haklarını koruma misyonu üstlendiği iddiasındadır. Hukuk özetle, müeyyidelendirilmiş normlarla, devlet-toplum arasındaki yeniden üretimi hâkim sınıf bloku/ideolojisi lehine güvence altına alan politik atmosferin, yapının harcıdır. Demokratik hukuk devleti, hak ve özgürlüklerin vatandaş lehine genişleyeceği, bunun ancak kendisi tarafından güvence altına alacağı iddiasını da taşır. Politik mücadele tarihi bize, yönetilen sınıfların inisiyatif kaybettiği dönemlerde otoriter-devletçi görüşün genel ideoloji üzerinde hâkimiyet kurduğunu ancak mücadelenin hâkim sınıf blokunu gerilettiği kısa parlama anlarında özgürlükçü eğilimin bu bloku parçalayabildiğini göstermektedir. Yine anlaşılmaktadır ki, muhalefete düşen siyasi hareketler iktidara gelmek, halkın çoğunluğunu kendi etrafında seferber etmek için “hak ve özgürlük” söylemine sarılmakta ve bunu çoğu zaman bir amaç değil bir araç olarak görmektedirler. Gerçek olan bir şey varsa, türü ne olursa olsun iktidarlar hiçbir zaman iktidara doymamaktadır. İktidar, kitlesel muhalefet anlarında bir adım gerilese bile, hemen vermek zorunda kaldığı hakları ne zaman ve nasıl geri alacağının planını yapmaktadır.

21. Yüzyılda Avukatlık ve Baro

1983 yılından beri üyesi olduğum İstanbul Barosu’na bağlı bir avukat olarak çalışırken, “avukat kimdir” sorusunu kendime sürekli olarak sordum. Bu soruya bağlı olarak Baro nedir, ne yapar? sorusunu da tabii. Aslında bir insanın para kazandığı bir meslek alanını tahlil etmesinde birçok zorluk vardır. Hukuk alanında, avukatlık alanında özne olarak faaliyet gösteren bir avukatın, kendisini anlamaya çalışması çok kolay bir şey değildir. Çünkü özne olarak yaşayan insan ideoloji yardımıyla yaptığı işi, işleri sürekli olarak doğrulama eğilimi içindedir. Hatta bunu bir adım ileriye götürerek, bir avukatın gitgide her türlü toplumsal olguyu “avukat” olarak değerlendireceğini söyleyebiliriz. Bu nedenle gerçekten yaptığı işi anlayama çalışan bir avukatın önce bu ideolojik kalıbın dışına çıkması gerekiyor.

Atina’yı Farklı Gezmek

Kuzey Yunanistan ve Atina’ya yıllardır gidip geliyorum. En son geçen yıl bir grup arkadaşımızla gitmiştik. Gezi Atina’da ikamet eden bir dostumuz tarafından detaylı planlanmıştı. Zamanımız sınırlıydı ve Marcopolo’dan Sounio’ya kadar sahil şeridi de geziye dahildi. Arada bir bağa gidip şarap fabrikasında tadım merasimine de katılacaktık. Yunan rehberimiz eşliğinde Akropolis’ten Keramikos’a doğru yürürken programda Antik Agora ve Attalos Stoası’nın olmadığını öğrenince hem şaşırmış hem de üzülmüştüm. Doğrusu program ne kadar sıkışık olursa olsun bunu aklıma getirmem mümkün değildi.

Endülüs’ü Farklı Gezmek

Müslüman dünyayla Hristiyan dünyanın her bakımdan bir araya geldiği, kaynaştığı, yüz yıllarca iç içe geçtiği bir yer: Endülüs. Haluk İnanıcı, bu hayranlık uyandırıcı coğrafyada klasik gezi formu sınırları dışına çıkarak tarihî, sosyal ve kültürel doku içinde dolaşırken güzelliklerin içine gizlenmiş acıları hissediyor, taşların arkasını gözlüyor, söylencelere kulak kabartıyor, hayaller kuruyor.Endülüs’ü Farklı Gezmek adının hakkını tam manasıyla veren, bir geziyi aynı zamanda kültür ve tarih yolculuğuna dönüştüren, okuru kendi merak labirentine çeken özel bir kitap.
“İstedim ki, Endülüs’ü gezenler benim hissettiklerimi hissetsin, yaklaşık dokuz asırlık bir uygarlığın izlerini sürerken kulağıma dolan ezgileri, dudağımdan dökülen şiirleri dinlesin.”

Samoslu Kız/Samyotisa

İstanbul’da tanıdım Samyotisa’yı. Yaşına rağmen hâlâ inceliğini muhafaza eden, dokunsan kırılacak kadar narin güzelliği… Yılların yorgunluğunu, acılarını gizlemeyi başaran sıcak gülümsemesini… Samos’ta buluşalım demiştik.   

Uzun serüveni aslında daha o doğmadan başlamıştı. Ailesinin bir Ege sahil kasabasındaki zengin varlığını bırakıp sığındığı Samos, elindeki kıt imkânlarla kucak açmıştı onlara. Daha o günlerde başlamıştı kaderi nakış gibi işlenmeye. Tahrip edilen geçmiş zenginliklerini unutarak yeni bir hayat kurmuşlardı bu fakir adada.

Brüksel’i Farklı Gezmek

Brüksel’e dört yıl içinde ikinci gelişimiz. Geçen sefer de aralık ayını seçmişiz. Bu kez yanımızda 12 yaşındaki çocuğumuz var. Noel’in o süslü sokaklarını görmesi için tercihimizi zihnimizde iz bırakan Brüksel, Bruges, Gand lehine kullandık. Kış soğuğunu göze alıyoruz; neyse ki, yağmursuz çok güzel altı gün geçiriyoruz bölgede. Brüksel deyince iki imge gelirdi aklıma. İlki, insana yağmurlu havayı sevdiren ve sanki o hava sadece Brüksel’e özgüymüş hissi uyandıran, Dalida’nın söylediği İl Pleut sur Bruxelles (Yağmur yağıyor Brüksel’e) şarkısı… Sanki bu parça Dalida’nın söylemesi için yazılmış. Dalida’nın o kendine özgü sesinin kattığı derinlik ve lezzet hüzünlü bir şarkıyı bile şehrin simgesi haline getirmeye yetmiş.

Avukatlar Oradaydı ÇHD Davası

Önünüzdeki dosya ve tutanaklara bakınca, beyanların tamamının gerçek dışı olduğunu “siz” görebiliyorsunuz. Bağlaçlar ve hitaplar dışındaki her kelimesi yalan!

Bu öykünün sonunda asıl utanacak, unutulmayı dileyecek ve unutulmuş olmayı umacak olan sizsiniz; ama sizin adınızı ve yaptığınız işi unutacağımızı da asla düşünmeyin Biz halkın avukatlarıyız, Karagöz’le Hacivat’ı öldürenlerin künyesi bizde hala kayıtlıdır.

Bir Kitap, Bir Halk Çocuğu, Bir Avukat Bir Cinayetin Ötesi ve Türkiye’de Hukukun, Yargının Serencamı

Utanç Duyuyorum!

Avukat Fethiye Çetin’in “Utanç Duyuyorum!” isimli “Hrant Dink Cinayetinin Yargısı”nı anlattığı kitabı, geçtiğimiz yılın eylül ayında Metis Yayınevi’nden yayınlandı. Kitabı elime aldığımda bir cinayet davasının öyküsü ile karşılaşacağımı sanmıştım. Yanılmışım! Kitap, bir cinayet davasının çok ötesinde 2004-2007 Türkiye’sinin zihni/ahlaki kılcal damarlarını ve bu damarların içinden akan sıvının rengini gözler önüne seriyor.

İşçi Avukat, Sadece Bir Kavramın Hikayesi mi?

İşçi Kavramı

İşçi sınıfının doğduğu klasik dönemde, daha ziyade, sanayi alanında çalışanlara kol emekçilerine işçi denirdi. Bu nedenledir ki, klasik sendikal örgütlenme bu işçiler arasında doğmuş ve gelişmiştir. Zihinsel emeğini kullanarak hayatını kazanan insanlara küçük burjuva demekle yetinilirdi çoğu zaman. Yani bazen işçi sınıfı yanında yer alan, bazen egemen sınıfların yanında yer alan güvenilmez insan anlamında kullanılırdı. Zihinsel emeğin ağırlık taşıdığı hizmet sektöründe yer alanlara işçi denilip denilemeyeceği konusunda; işçi-memur, mavi-beyaz yakalı kavramları üzerinden yapılan tartışma literatürü epeyce zengindir. Günümüzde bu tartışma sona ermiş gibidir. “Oysa günümüzde istihdam ve ücretliler içinde sanayi işçisi azınlık durumundadır. İşçilerin, ücretlilerin çoğu hizmet sektöründe çalışmaktadır… Öte yandan sanayi işçisi de kendi içinde bir evrim geçirmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişme sonunda, mavi yakalılar ile beyaz yakalılar arasındaki keskin ayrım silikleşmeye başlamıştır.

Mahkemelerine Hukuk Gelmiş Memleketimin.

O gün mahkemede öylesine büyük stres yaşamıştım ki, akşam yatağıma uzandığımda deliksiz uyumuşum. Gözlerimi kapar kapamaz kendimi güzel bir rüya içinde buldum.

Rüyamda, her zamanki sabah yürüyüşünün ardından büroma gidiyorum. Daha kapıdan girerken arkadaşlarım yanıma koşuyor. Hükümet, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Kurulu kararı uyarınca büyük bir proje başlatmış. “İstanbul’da imar plan değişiklikleri ile yapılan tüm büyük binalar yıkılacakmış!” Yüksek mahkeme, plan değişiklikleriyle yapılan bu yüksek binaların yöneticilere “rüşvet-çıkar” sağlanmadan yapılmasının mümkün olmadığını ve bu ranttan yararlanıp buradan taşınmaz satın alanların da bu suça iştirak ettiğini belirterek   “Hukuka aykırı davranışta bulunanların zarar ziyan iddiasında bulunamayacaklarına,” karar vermiş. Hükümet bu karara dayanarak, tüm binaları yıkacak ve şehrin nefes almasını sağlayacakmış. Hatta, “Koruları, beton yollar yaparak park haline getirme,”  kepazeliğini icat edenler hakkında da davalar açılmış. Şehrin Anadolu, Avrupa bölgesinde binalar kamulaştırılarak Emirgan Korusu büyüklüğünde iki büyük koru yapılacakmış. Haliyle “Allah’ım bu günleri de mi görecektim?” diye sevinçten uçuyordum.

Ayşe Öğretmen Davası

Bir Müdafinin, “Vatandaş Sıfatıyla” Duruşma İzlenimleri           

39 sanık, yüzün üzerinde avukatla başlayan bir duruşmadayım. Malumunuzdur, Ayşe öğretmen, 8 Ocak 2016’da Beyazıt Öztürk’ün (Beyaz’ın) programına bağlanıp hani “Diyarbakır’da insanlar ölüyor, çocuklar ölüyor,” dediği için yargılandığı dava. 38 kişi de, “Ayşe öğretmenin söyledikleri suçsa biz de aynı şeyleri söylüyoruz, yargılayacaksanız bizi de yargılayın,” diyenler.

23 Eylül 2016’daki ilk duruşmada izleyici bölümündeyim. Mahkeme heyeti genç sayılabilecek hâkimlerden oluşuyor. Savcı saçları dökülmeye yüz tutmuş ilk bakışta insanı yanıltabilecek tonton bir görünüşe sahip. Sol ön köşede bulunan büyük televizyon ekranı duruşmalara yeni giren elektronik izleme sistemine, ortamın, konuşulanların kaydedildiğine, izlendiğine işaret ediyor. Yeni tanıştığımız yargılama teknolojisinin neye, kime, nasıl hizmet edeceğini henüz bilmiyoruz…

KASTORİA

Kastoria ismini duyunca içim pır pır eder. Makedonya’nın bu kasabasının adıyla çocukluğumdan beri beraber yaşadım desem yeridir. Aile içinde Osmanlı dönemindeki adıyla Kesriye denirdi daha ziyade. Lakin ben kunduz (kastori) kelimesinden türeyen orijinal ismini tercih ediyorum. Kunduzlar ülkesi… Bu ismi sevmemde çocukluğumun çizgi roman karakterinin “Hay bin kunduz!”[i] repliğinin payı var mıdır bilmiyorum… Orada doğan dedem, ninemiz ve orayı büyüklerinden dinleyen teyzelerimizin dilinden düşmezdi. Şirin bir belde olduğunu, bir gölün kenarında bulunduğunu; Rum, Müslüman, Yahudilerin birlikte yaşadığını; kasabada bahçeli bir evimizin, yakındaki Rupişta’da bir çiftliğimiz olduğunu; Mavrahori’ye sıkça gidildiğini bilirdim. 

[i] Çizgi roman kahramanı Kaptan Swing’in ünlü repliği.

1 2 4