Hukuk Yazılarım

avukatlar-oradaydi

Önünüzdeki dosya ve tutanaklara bakınca, beyanların tamamının gerçek dışı olduğunu “siz” görebiliyorsunuz. Bağlaçlar ve hitaplar dışındaki her kelimesi yalan!

Bu öykünün sonunda asıl utanacak, unutulmayı dileyecek ve unutulmuş olmayı umacak olan sizsiniz; ama sizin adınızı ve yaptığınız işi unutacağımızı da asla düşünmeyin Biz halkın avukatlarıyız, Karagöz’le Hacivat’ı öldürenlerin künyesi bizde hala kayıtlıdır.

1993 yılında tutuklanan 19 avukatın ve 2012 yılında KCK üyesi olma suçuyla tutuklanan 32 avukatın davalarından sonra Cumhuriyet tarihinin üçüncü büyük savunma mesleği davası olan ÇHD Davası’nda[1], 9’u tutuklu 22 avukat  bir yıldır tutuklu olarak bekletildikten, kendi deyimleriyle “silahlı adamlar tarafından, tel örgülerle çevrili bir yere kapatıldıktan”sonra, 24 Aralık tarihinde nihayet yargıçlar heyetinin karşısına çıkabildi.  Duruşma, “avukatlara, hukuk kurumlarına yönelik 2-3 yıllık bir hazırlık dönemini takiben hazırlandığı anlaşılan polis fezlekesinin iddianame haline ancak bir yılda getirilmesinin, bir diğer deyişle avukatlara peşinen verilen cezanın zaten infaz edilmekte olmasının” verdiği yüksek gerilim altında başladı.

3200 civarında avukatın sanık avukatların müdafi olarak vekâlet sunduğu, yaklaşık 1000 avukatın duruşmada müdafi olarak bizzat hazır bulunduğu dava, Türkiye’nin, hatta muhtemelen dünyanın “bir avukat davasında sanıkların, en çok müdafi ile temsil edildiği dava olma niteliği”ni daha duruşma başlarken kazanmıştı. 1000 müdafinin isminin duruşma tutanağına geçmesi yaklaşık bir saat sürdü. Tahayyül edilebilmesi açısından şu şekilde açıklayalım. Bir basket sahası şeklinde yaklaşık 100 metre uzunluğunda, 50 metre genişliğindeki salonun üç kenarında tribünler, bir kenarında da mahkeme heyeti ile savcı bulunuyordu. Heyetin sağında ve solunda sanıkları daha büyük ve net görmemiz için büyük sinema perdeleri yerleştirilmişti. Müdafiler salonun uzun kenarlarında bulunan tribünlere yerleştiler. Kısa kenardaki tribünde sanıkların aileleri, destek vermek isteyen kurum ve kuruluşlar ile izleyiciler bulunuyordu.

Müdafi avukatlar, yaşlısı-genciyle, İstanbul dışından Türkiye’nin dört bir yanından, İzmir’den Ankara’dan, Diyarbakır’dan, Uşaktan, Denizli’den gelmişlerdi. Yaklaşık 79 baronun tamamı temsil ediliyordu. Türkiye Barolar Birliği Başkanı, İzmir Barosu Başkanı, Diyarbakır Baro Başkanı ve baro yönetimlerini temsil eden avukatların hepsi sanık avukatların müdafi oldular. İstanbul Barosu Başkanı duruşmaya gözlemci (!) olarak katıldı. Avukatların, dağ başında bulunan bu yerleşkeye önceden organize olarak otobüslerle geldikleri anlaşılıyordu. Dünyanın en büyük hukuk kurumları, Paris, Berlin gibi çeşitli ülkelerin baro temsilcileri de duruşmada hazır bulundular. Duruşmayı üç gün boyunca tercümanları ile birlikte izlediler.

Duruşma, artık yargılama sistemimize giren “sesli görüntülü” kayıt sistemi ile dijital biçimde tespit ediliyordu. Aşağıda değineceğimiz yargılamanın zavallılığını yüksek teknoloji ile gizleyecek her türlü önlem alınmıştı. Mahkeme salonu adı “kampus” olan Silivri’deki malum cezaevi-mahkeme yerleşkesi içinde bulunuyordu. Bu adı, yüzlerce kişinin özgürlüğünden yoksun bırakıldığı, tutuklandığı, yargılandığı bir yere vermek gerçekten takdire şayan zihinsel bir yetenek gerektiriyor. Muhtemelen toplama kampı suçlamasının önüne geçilmek için kamp yerine kampus tercih edilmiş. Sanıyoruz, bu adı verenler burayı bir “eğitim kurumu” gibi de düşünmüş olmalıdırlar. Sanıklara, “Biz size, bu toplama kampının bir arada bulunan cezaevi ve mahkeme tesislerinde kendinizi eğitme imkânı” da sunuyoruz. Hatta kampüsün kirlerinden arınması için hazırladığımız pis su arıtma tesisini de yol boyunca görebileceğinin bir mahalle yerleştirdik. Topluma yararlı hale getirmek için burada, gardiyanlarımızla, sabrınızı geliştirecek tretman kurallarımızla; tel örgülerle çevrili, jandarma tarafından alınmış güvenlik tedbirleriyle, sizlere üç günlük duruşma süresince sakin ve güzel bir birliktelik temin edeceğiz; bize teşekkür etmelisiniz,” de denilmek isteniyor. En azından ortam böyle söylüyor.

Müdafilerin temsilcileri bir hafta önce Mahkeme Başkanı ve üye yargıçla görüşerek, duruşmanın inzibatı için bazı önerilerde bulunmuş, davanın özelliği konuşulmuştu. Bu durumun Mahkeme heyeti tarafından anlaşıldığı görülüyordu. Diğer Silivri davalarının, siyasi davaların aksine, Mahkeme, kapıdan girerken avukat isimlerinin listede olup olmadığını kontrol etmedi, avukatların üzeri aranmadı, telefonlara el konulmadı, duruşma kibar biçimde cereyan etti. Mahkeme “sanık memnuniyeti” açısından gerekenleri esirgemedi. Siyasi davalarda alışılanın tersine, aşağıda değineceğimiz  “tansiyonu yüksek savunma”lar hiç kesilmedi; hatta devlete, iktidara, hukuka, heyete suçlama yöneltildiği iddiasına dayanak olabilecek ifadeler, olması gerektiği gibi, savunma masuniyeti kapsamında görüldü; hepsine sessiz kalındı. Sanıkların, müdafilerin savunmaları Mahkeme Başkanı tarafından hiç kesilmedi. Müdahale edilmedi. Başkan, bir iki yerde espri yapmaya kalktığında da aldığı cevaplarla suskunluğunu korumanın daha doğru bir davranış olacağını öğrenmiş oldu. Duruşma bir iki sevimsiz olayın dışında “medeni” ölçüler içinde cereyan etti.

Selçuk Kozağaçlı’nın Savunması

Üç günlük yargılamaya Selçuk Kozağaçlı’nın savunması damgasını vurdu, tespitimize diğer sanık meslekdaşlarımın da katılacağından eminim. Kozağaçlı, Dante’den alıntı “Sen bildiğin yolda yürü. Bırak ne derlerse desinler” başlığı ile başlayan müşterek savunmanın genel bölümünü sadece arada sırada göz atarak iki güne yayılan 6 saatlik bir süre içinde sundu. İnsan hakları alanında 19 yıllık mesleki/siyasi mücadelesinin verdiği olgunlukla mesleğinin zirvesinde bir avukat, bir sosyalist olarak sunduğu savunmayı daha doğrusu “karşı iddianameyi,” sunulma biçimindeki zarafeti ve belagati izlemeyenler çok büyük bir tarihi fırsatı kaçırmış oldu. Bu kadar kapsamlı bir çalışmayı yapabilmesi, hazırlayabilmesi için Kozağaçlı’nın bir yere kapatılmasına, düşünmeye ve yazmaya zorlanmasına gerek var mıydı? bilmiyorum. Bu uyduruk davayı açanlar, 22 avukata bu kötülüğü yapanlar, en azından, insan hakları alanında mağdurların yanında oradan oraya koşturmaktan yazmaya vakit bulamayan ÇHD başkanının kitap haline gelmesi elzem olan bu çalışmasının hazırlanmasına katıda bulunmuş oldular.

 İfadesiyle, atıflarıyla ciddi siyasi, felsefi, hukuki temeli olan aynı zamanda Antik Yunan’dan Shakespeare dünyasına, Dostoyevski’den Kafka’ya kadar edebi kaynakçaya sahip bu çalışma haliyle bir suçlamaya cevabın çok ötesinde; bu kurmaca davanın yer aldığı toplumsal anın, bu anı şekillendiren devlet zihniyetinin tomografisini, toplumun sınıfsal yapısından beslenen gücünü ortaya koymaya çalışıyordu. ÇHD Başkanı, İstanbul Şube Başkanı Taylan Tanay’la birlikte üzerine atılı suçun çok ucuz delillere dayanmasına ve üstelik bu kifayetsiz delillerle “örgüt yöneticiliği” suçlamasının muhatabı olmasına rağmen; savunma, delillerden neticeye doğru tümevarım yöntemine göre değil, hukuk devleti, terörle mücadele polisi, terör suçlarına bakmakla yetkili mahkeme değerlendirmelerinden delillere doğru, tümdengelim yöntemine göre hazırlanmıştı. Kozağaçlı, Mahkeme’ye neden “tutuklu avukatları mahkûm etmek zorunda” olduğunu, terörle mücadele şubesinin verdiği ve infaz edilmekte olan mahkûmiyet kararını teyit etmekten başka bir fonksiyonu bulunmadığını anlatmaya çalıştı. “Bilmiyorum yargıç olarak davranma gücü bulup beni yanıltacak mısınız?” anlamında, Mahkeme’ye sadece “bilmem böyle söylemem doğru mu?” demekle yetindi.

Kozağaçlı’nın savunması, hak ve özgürlük mücadelesinde mağdurların yanında yer alan avukatların sadece mesleki faaliyetlerinden dolayı terörist yaftasıyla yargılanmasının bile; hukuk devletinin, “aslında egemen sınıfların emrinde kendi hukukuna bile uymayan keyfi bir devlet biçimi olduğunu gösterdiği” ve neden böyle davranması gerektiği açıklamasıyla devam etti. Kelsen ve Hegel’in hukuk tanımlarına, Carl Schmitt’in faşist hukuk teorisine kadar uzanan yelpazede, egemen sınıfın temsilcisi iktidarın ağzından çıkan her sözün hukuka dönüşümünü ve nedenlerini anlattı. Kendi durumlarının, Dostoyevski’nin “her suçun bir cezası vardır” önermesinin tam tersine Kafka’nın “her cezanın bir suçu olmalıdır” yaklaşımına daha uygun düştüğünü vurguladı.

Kozağaçlı savunmasında, içinde bulunulan haftanın, yolsuzluk, devlet içindeki çete sorunlarıyla ve Başbakan’ın inanılmaz açıklamalarıyla dolu ülke gündemine değinmenin, örneklemenin kolaycılığına düşmedi. Bu yöntemden özellikle kaçınıp kendilerini özgürlüklerinden mahrum eden devlet aygıtının yapısını deşifre etmeye çalıştı.

Davanın özünü anlamamızı sağlayacak çok güzel bir örnek de sundu hepimize. Mahkeme tarafından savunmalarını hazırlamak üzere dijital delillerin nihayet kendilerine verilmesi kararından sonra, delillerin 50 gün boyunca kendilerine cezaevi idaresince verilmediğinden bahsetti: “Yani dava dosyasını ‘akıllı durursak’ görebiliyoruz. Bizi o binada kapalı tutmanızın sözde tek nedeni olan kâğıtları, ancak o binada akıllı durursak bize göstermekle ve durmazsak tehdit ettiğinizde; ‘bizi orada tutma isteğiniz dışında’ hiçbir kâğıdın önemi kalmaz. İş ‘yargısal amaçlı’ bir kapatma olmaktan çıkar.”

Altını çizmek açısından durumu bir kez daha ifade edelim: Siyasi tutukluları ‘akıllı olmadıkları’ için yakalayıp bir yere kapatıyorsunuz. Sonra da suçlama delillerini ‘akıllı olursanız’ size veririz diyorsunuz ve vermiyorsunuz. Sanık müdafi olarak bizim bu davadan anladığımız da tam budur… Artık bu epizot bir tiyatro eserine mi aktarılır, Kafka’nın yeni keşfedilecek bir romanında mı ortaya çıkar, üzerine ayrı bir öykü mü yazılır, yoksa bir Rap güftesine mi konu olur, bunu da okurun engin muhayyilesine bırakıyoruz.

Kozağaçlı’nın çok net biçimde anlatmasına rağmen, mahkeme heyetinin bir konunun üzerinde durmaya hiç niyeti olmadığını da hep birlikte izledik. Neydi bu: Hatırlarsanız Sayın Başbakan operasyon sürdürülürken TBMM grup kürsüsünden sanık avukatlarla ilgili bir açıklama yapmıştı: “CHP başkanı örgüt üyesi avukatların gözaltına alınmasını kıyasıya eleştirdi….. Tutuklu gazeteci, tutuklu avukat diyerek dünyanın en kanlı bu terör örgütü ile muhabbetiniz nedir?……. Şimdi bakınız, çok açık, net söylüyorum, bir apartman dairesinde, değerli kardeşlerim, gecenin yarısında avukatlar toplanıp, 11 çelik kapı orada ne iş görür? Bu çelik kapıların arkasında, ardında acaba neler yapılıyor? Ve bu çelik kapılar tabii açılamıyor…… Kim bunlar?..”Oysa dosyada ne böyle 11 çelik kapının açılarak girildiğini gösteren bir tutanak vardı, ne de örgüt kozmik odaları… Öyleyse bir müdafi olarak soruyoruz; bu yargılama gerçek bir “yargılama” mıdır? Medyanın bu operasyon hakkındaki tahrifatları, devletin en güçlü şahsiyetinin kamuoyunun ve yargının “kanaat dünyasını gerçeğe aykırı biçimde şekillendirmeye çalışması” karşısında; bağımsız, tarafsız bir adil yargılanma makamı olarak dosyayı inceleyen Mahkeme’nin buna vereceği tek bir cevap olabilirdi: İddianameyi reddetmesi, böyle dava olmaz demesi ve derhal tutuklamaları kaldırması… Bu şansın kaçırılmasının ardından hukuk devleti lehine son fırsat da ilk duruşmada böylece heba oldu gitti.

Yazının bu bölümünü yine Kozağaçlı savunmasından bir bölümle bitirelim:

“Suç karşısında cezalandırma isteği yahut girişimi, sanki “adalet” ile ilgili gibi görünür: Hiçbir suç cezasız kalmamalıdır! Oysa Sizin hikâyeniz için ters çevirmeliyiz; gerçek bir Ortodoks olan Dostoyevski Raskolnikov’un hikâyesi üzerinden her suçun bir ceza gerektirdiğini anlatıyordu. Kafka ise Bay K’nın hikayesini tersten anlatır: Her ceza bir suç gerektirir……….. Bizi dövdürdünüz, zorla kanımızı aldırdınız, çırılçıplak soydurdunuz, aklınız yettiği kadar hakaret ve teşhir ettiniz, eşyalarımıza el koydunuz ve tecritte tutuyorsunuz. Şimdi neredeyse bir yıl boyunca çektiğimiz bu Ceza’ya uygun bir suç bulmak zorundasınız. İlk altı ay için bu arayış sadece savcı Adem’in trajedisi iken, tensipten buyana artık hepinizin trajedisidir. Bizim kafamızı bıçağa uzatacağımızı aklınızdan bile geçirmeyin. “Sizinle tartışacağımız bir suç yok; kendi işinizi kendiniz görecek kendi trajedinizin gösterdiği yoldan yürüyeceksiniz.”

İnsan bu satırları okuyunca akla, Agamben’in “hukukun en güçlü olduğu durum artık hiçbir şeyi emretmediği durum-yani saf bir yasaklama durumu-dur.” tanımı geliyor.[

Devrimci Avukatlık

Savunmanın Türk hukuk/savunma tarihine en büyük katkısı bir avukatlık pratiği ve yöntemi olan “devrimci avukatlık”ın ilk defa bu kadar ayrıntılı olarak tanımlanması ve bu tanımıyla aslında “bir ayağıyla” hukuki mücadele/hukuki koruma kapsamına dâhil olması gerektiğinin açıklanmasıdır. Kozağaçlı yargıçlar da dahil herkesin anlayabileceği biçimde ifade etti bu modeli. Söylediği özetle şöyleydi: Bizler hukuk devleti safsatasına inanmayız. Ama siz inanmak zorundasınız. Madem hukuku tesis için görev yapıyorsunuz, hukuku uygulamak, o inandığınız adil yargılama, masumiyet karinesi, suçta ve cezada kanunilik ilkesi vb bildiğiniz tüm ilkeleri uygulamak zorundasınız. Aksi, kendi varlığınızın açık inkarı anlamına gelir. Sorabilirsiniz, “Madem hukuka inanmıyorsunuz, madem her şey uyduruk o zaman neden avukatlık yapıyorsunuz? Neden yoksulların, ezilenlerin avukatlığını yapıyorsunuz?” diye.

Kozağaçlı, kendi kendine sorduğu bu soruya da sağlam temelli bir cevap verdi: Devrimciler, hukuk devleti masalına kanmaz ama “hak ve özgürlükler mücadelesine” inanır. Bugün uyguladığınız hukuk içinde yoksullar, ezilenler lehine yer alan her kural isçi sınıfının mücadelesi sonunda elde edilmiş haklardır. Bu çerçevede devrimci avukatlık, “hak ve özgürlükler” alanında yoksulların, ezilenlerin lehine mücadele etmek demektir. Devrimci avukat olduğunu söylemek “bir silahlı örgüt üyeliği itirafı” değildir. Eğer bir insanın yasa dışı örgüt üyesi olduğunu iddia ediyorsanız, bunun somut ciddi delillerini koymalısınız. DHKP-C örgütü silahlı mücadeleyi esas alan ve militanları bu mücadele yöntemini benimsemiş bir örgüttür. 19 yıldır hak ve özgürlükler alanında mücadele eden beni, bir avukatı, bir hukuk kurumu başkanını uyduruk delillerle, silahlı mücadeleyi amaç edinmiş bir örgütün üyesi, yöneticisi ilan etmeniz, kendi hukukunuzla çelişmek demek değil midir?

Selçuk Kozağaçlı’nın, “Sivas Katliamı davasıyla” başlayan 19 yıllık avukatlık öyküsünü anlatmasıyla, başta Kürtler aleyhine işlenen suçlar ve davalar olmak üzere,  gardiyanlar tarafından cezaevinde öldürülen Engin Ceber Davası’ndan Hayata Dönüş Operasyonu’na ve diğer cezaevlerinde, operasyonlarda öldürülen veya ölümüne neden olunan genç insanlara kadar oldukça fazla sayıda siyasi davada, emekçi davalarında ezilenler, mağdurlar yanında önemli görevler üstlendiğini anladık… Bunları çok iyi bilmesi gereken, iddianamede açık kaynak çalışmalarına bile yer veren siyasi polisin, savcının, “Kozağaçlı ve diğer meslekdaşlarımızın sadece DHKP-C militanlarının avukatlığını üstlendikleri,” 

iddiasının ve bu iddianın sanıkların silahlı örgüt üyeliği, yöneticiliğinin delili olarak ileri sürmesinin ne kadar gayri ciddi, komik olduğu ortaya çıkmıştır. Komiklik olayın vahametine gölge düşürmesin. Bu gayri ciddi iddiayı ortaya koyanlar sadece yorum yaparak duruşmada hazır bulunan bin müdafiden sanıkların hayatlarının geri kalan kısmını cezaevinde geçirmeleri gerektiğine inanmasını beklemektedirler… Üstelik, hukuk devletinin, bir avukatın sadece DHKP-C’li militanların avukatlığını üstlenmesini yasaklayan tek bir yasa veya mesleki düzenleme normu mevcut değilken. Hukukun yasaklamadığı hatta tam tersine avukata bir hak olarak tanıdığı bir mesleki davranışı “suç delili kabul etme” cüreti gücünü nereden alabilir?

Kozağaçlı, silahlı eylemi amaç edinmiş militanların avukatlığını üstlenme konusuna açıklık getirmek amacıyla önemli bir hususun da altını çizdi: “..Yaptıkları ve yapacakları işleri bize anlatırlar mıydı? Hayır ama onların da bizi sevdiklerini inanıyoruz…..Onlar gerçekleştirinceye kadar eylemleri hakkında ne bilgimiz vardı, ne de fikrimiz. Her şey olup bittikten sonra yaptıklarını beğenip beğenmediğimizin ise ‘cezai sorumluluk”la bir ilgisi yok.”[

Savunmadan sonra ortaya çıkan gerçek, “devrimci avukatların” yargılanan avukatların ezilenlerin, sömürülenlerin yanında siyasi militanların da vekâletini aldıkları ancak müvekkilleriyle aralarında, “silahlı örgüte ait bir üyelik” ilişkisi bulunmadığı hususudur.

Böyle bir avukatlık modelinin fedakârlığa, inanca, sosyalist bilince dayandığını herkes görebilir. Ancak sanık avukatların hemen hemen hepsi, “ceza hukuku” kapsamında bir suç işlemediklerini, tam tersine, ceza hukukuna göre suç işleyen insanlara karşı hak ve özgürlükler mücadelesini sürdürdüklerini, emekçi-siyasi mağdurlara hukuki yardımda bulunduklarını, klasik avukat-müvekkil ilişkisi ötesinde yeni insani ilişkiler kurduklarını söylediklerine ve bir yıldır tutuklu kalmalarına gerekçe gösterilebilecek somut bir delil de bulunmadığına göre; bu davayı, Halkın Hukuk Bürosu[2]avukatlarına ve Çağdaş Hukukçular Derneğinin üyelerine karşı, avukatlık faaliyetlerinden, devrimci avukatlık modelinden dolayı başlatılmış bir cezalandırma eylemi olarak nitelemekten başka bir açıklama tarzı gelmiyor akla.

Oysa beşeriyetin mecellesini, ceza hukukunun amentüsünü 250 yıl önce 24 yaşında yazmış Beccaria ne diyordu? “Suçları önleyebilecek tedbirlerden biri de fazileti  mükâfatlandırmaktır.” Siyasi suçlulara uygulanan insanlık dışı uygulamalara karşı fedakârane  biçimde mücadele eden, ezilenlere, sömürülenlere hukuki yardım sunan faziletli avukatların cezalandırılmasını, hatta düşman muamelesi yapılarak yok edilmesini görse, bu büyük düşünür ne derdi, acaba? “Sizin yaptığınızı engizisyon bile akıl edemedi. O avukatlarla değil, sanıklarla uğraştı.”

İnsanlık Vicdanının Sesi

“Biz kuşağa değil geleneğe inanırız,” diyen Kozaağaçlı, halkın “gönül köşkünde” misafirlik yapan Halkın Hukuk Bürosu’nun 24 yıldır “halk için halkın yanında” faaliyet gösterdiğini ifade ederken, ezilenlerin, sömürülenlerin avukatlığını yaptığını söylerken, “size, hukuk devleti safsatanıza, adaletinize inanmıyoruz,” derken tarih içinden çıkıp gelerek mahkemede vücut bulmuş “insanlık vicdanının sesi” olduğuna hatta kendi yaşayış biçimleri/avukatlık mesleğini ifa biçimleriyle yeni toplumun sözcüleri olduğuna duruşma salonunda bulunan tüm müdafilerini inandırmayı başarmıştır. Jandarmaların ve yargıçların çaresiz bakışları altında salonda defalarca yankılanan “devrimci avukatlar onurumuzdur” sloganı ancak böyle tercüme edilebilir. Mahkeme heyeti bu özverili hayatlardan etkilenmiş miydi? En azından verdikleri kararla bu durumu çok fazla umursamadıkları anlaşılmıştır.

Neredeyse tüm sanıklar, “devrimcilerin cenaze törenlerine katılmalarının suç delili olarak gösterilmesi”nin ne toplumun gelenekleriyle ne din ne vicdan ne de hukukla bağdaşmadığını söylediler. Kozağaçlı, müvekkili “Dursun Karataş” için, dava dosyasında 30 klasörün kaybolması nedeniyle açtığı idari davanın ve bu davanın Dursun Karataş lehine verilen “idari tazminat kararı”nın suç delili olarak gösterilmesi karşısında; “Müvekkilim ve ben inanmış ve bir idari dava açmışız, bu davayı kazanmışız, bir diğer deyişle, devletin müvekkilime hukuka aykırı davrandığı ortaya çıkmış;  savcı da sonradan bulduğu bu kararı suç delili olarak göstermiş… Şimdi soruyorum, bu kararı suç delili gibi takdim eden savcı mı hukuk devletine inanıyor, yoksa ben mi?” şeklindeki ironik sorusu ve “bizi yoksulların, eziyet görenlerin, devrimcilerin avukatlığını yaptığımız için, bu mağdur insanları yalnız bırakmadığımız için suçluyorsunuz,” tespiti aslında sorgunun zihinlerde bıraktığı en çarpıcı izlerdendi.  

Duruşma esnasında, “yargılayan ve yargılanan” süjelerin yer değiştirdiği kısa sürede anlaşıldı. Aklıma ister istemez, bir roman kahramanı olan Avukat Maruf geldi.[1] Mahkeme heyeti, ne kapitalist düzenin insanlık suçlarının ne de AKP dönemindeki hak ihlallerinin muhatabı olmamakla birlikte, en azından “tüm bu suçların” devamını sağlayan bir mekanizmanın varlığını ve buna karşı dönmeye çalışan dişlileri hissetmiş olmalıdır. “Biz halk düşmanlarını bilir ve kaydederiz,” derken ki, kendine güven duygusunun şahikasındaki Kozağaçlı’ya bakarken, kendilerine anlatılan Antigone’nin, Sokrat’ın yargılanması sahnelerinin bu davayla ilgisini kurmaya çalışırken, farkına varmadıkları bir tragedyanın kahramanları olduğunu öğrenirken, aynı zamanda sanıkların müdafileri olan izleyicileri seyrederken, her saniyenin “sesli-görüntülü sistem” dışında ayrıca belleğe kaydedildiğini fark ederken; eğer bir an için yapmaya zorlandıkları “iş”in hangi düzeneğin parçası olduğunu düşünmedilerse, bundan huzursuz olmadılarsa; muhtemelen söylenen bütün 

sözlerin bir gün bir araya gelerek, üzerlerine “savunma tarihinin ağırlığı” olarak çökeceğini de bilmiyorlardır.

Yargılanan devrimci avukatları suçlayacak en küçük bir delil yokken, sanıkların bir yıldır tutukluluklarının devam etmesinin hukukla/dava dosyasıyla açıklanabilir bir yanı bulunmazken, “Biz ne yapıyoruz böyle?” diyerek düşünülmüyorsa; “Bu saldırının, devrimci avukatlık tarzının kendisine yapılan bir saldırı,” olarak kabullenilmesine kimsenin bir itiraz hakkı olamayacaktır.

Duruşma Töreni

Terör suçlarına bakmakla yetkili ağır ceza mahkemesi, biz doğru adını söyleyelim yeni DGM’nin üç yargıcının ve savcının oturduğu yüksek kürsü arkasında fazla ilgi çekmeyen bir ayrıntı vardı. Bu dağ başında kampus içinde kurulan mahkeme kürsüsünün sağında ve solunda iyon sütunları ve üzerinde bir tapınak alınlığı resmi bulunuyordu. Bir değer deyişle mahkeme tapınağın önüne kurulmuştu. Törensel büyük bir mekâna açılıyordu ve etraf cübbeli seyirci/müdafiler, tören elbiseli jandarmalarla doluydu. Sanıklar konuşurken, onların salon içindeki küçük bedenleri, karşımızdaki dev perdelerde büyüyor, sözleri yüreğimize saplanıyordu.

Savunmada altı çizildiği üzere; sanıklar habeas corpus ilkesi uyarınca yargıç önüne getirilmemiş, yargıçlar sanıkların bulunduğu cezaevine, sanıkların, cüppeli müdafilerin, misafirlerin huzuruna getirilmişti… Aristofanes bu sahneyi görse tiyatro tarihinin en büyük eserlerini yaratabilirdi. En azından Eşek Arıları’na yeni sahneler yazardı:

Bizim egemenliğimiz bütün egemenliklerin üstündedir,  
Yaşadığımız çağda hangi mutluluk 
Bir yargıcın mutluluğundan daha mutludur? 
Hangi yaratık ondan daha keyifli yaşar? 
Hangi yaratıktan korkulur, ondan daha çok? 

***

Oysa var bu işin içinde başka bir iş

Biz mi sanıkların misafiriyiz, yoksa onlar mı bizim

Yoksa silahlı muhafızlar mı ağırlıyor hepimizi

Evet, var bu işin içinde başka bir iş

Bu nedenle Kozağaçlı’nın Antik Yunan eserlerine yaptığı atıflar, yaptığı göndermeler hiç garip kaçmadı. Madem Mahkeme kendisine böyle kutsal bir mekânı ve kutsal seremoniyi uygun gördü, mademki kendilerini Olimpos yargıçları yerine koydular. O zaman adalet beklentimizi karşılamak zorundaydılar. İşte Antik Yunan’ın iki adalet tanrıçası: Gaia’nın kızı Themis ve onun Zeus’tan olan kızı Dike. Themis evrensel değeri, uyumu temsil ederdi. Dike ise daha ziyade günlük adalet ihtiyacını karşılardı. Ne de olsa, Olimpos’un oligarkı Zeus’un kızıydı. Themis adaleti yerleştirir, Dike ise gösterirdi. Muhtemelen annesinin, gözlerine zaman zaman bant germesi iktidarla olan ilişkisinden, iktidarın habercisi olmasından neşet eden güvensizliğin eseriydi. İki adalet tanrısının ortaya çıkması, her hükmün zaman-mekâna yayılmış iki adalet duygusunu da tatmin etme ihtiyacının gereğiydi. Evrensel ve günlük adalet… Bu nedenle bir mahkeme kararı, o gün için bir suçu cezalandırırken aynı zamanda evrensel adaleti de aramak zorundaydı; başarma gücü olmasa bile… Aksi halde Dike, infaz tanrıçasına dönüşür, inandırıcılığını yitirirdi.

Duruşma nihayete erdiğinde böyle bir izlenim doğdu mu? Mahkeme dokuz avukattan beşinin tutukluluğunun devamına karar vererek, Maalesef Kozağaçlı’nın genel savunma temelini bir kez daha haklı çıkardı.

Elimizden bir şey gelmiyor yüce Themis

Suçlama, sakın lanetleme bizi

Hem sen ne yaptın ki kılıcını uzatıyorsun

Neden gözlerine perde çekmedin yargıçların,

Neden devrimci olduklarını gizlemedin avukatların

Onlar ki senin evlatların, korumadın onları.

Eğer bu oyun bir Roma tiyatrosunda oynansaydı, ne avukat Seneca söz alırdı, ne de avukat Cicero. Acı acı tebessüm ederlerdi. “Yok artık!” derlerdi. “Siz burada ahlakı, erdemi, adaleti yargılıyorsunuz!” Sahnede sadece bir replik fısıltı halinde duyulurdu:

Nullum Crimen Sine Lege

Nulla Poena Sine Lege

Nullum Crimen Sine Lege

Nulla Poena Sine Lege

Nul, Nul, Nul, Nul, Nul

Nu, Nu, Nu, Nu, Nu

13 Ocak 2014