Röportaj

Soru: Dinle Lisa isimli romanınız bu ay  yayımlandı. Bu “Rugan Ayakkabılı Teğmen” isimli romanınızdan sonra ikincisi. Önce klasik soruyla başlayalım: Neden yazıyorsunuz?

Aslında bu soruyu yazmayanlara “Neden yazmıyorsunuz?”  diye yöneltmek daha doğru olur. İnsanın en önemliği niteliği düşünülürken  “yazma faaliyeti” hep ihmal edilir. Oysa yazmak, hem düşünmeyi, hem de “hayatla sorunu olmayı”  içerir. Bu yanıyla “praksis”le yakından ilgilidir. En dolayımsız, en özgür eylem biçimidir. Bu dünyaya ilişkin söylemek istediklerinizi söylersiniz. Bu arzunuza hiçbir engel ket vuramaz.  Eşitlikçi düşünceden yanaysanız “herkesin dünyasının aynı değerde” olduğunu kabul etmelisiniz. O halde herkes bir diğerinin “eşit değerde olan dünyasına” saygı göstermekle, onu öğrenmekle, bir diğer deyişle romanın isminde olduğu gibi “dinlemek”le işe başlamalı. Bu anlamda herkesin “çivisi çıkmış bu dünyada” söyleyecek/anlatılacak şeyleri vardır ve bu anlatılanlar “aynı doğrulukta” olmasa bile, en azından, edebi alanda “aynı değer”dedir. Bu açıdan hiçbir insan, hiçbir yazar diğerinden “daha üstün değer”de değildir.

Peki sizin roman anlayışınızdan bir iki cümle ile bahsedersek!

Benim için roman, “hayata atılan kesitlerdir.” Tıpkı bir röntgen filmi gibi. Ben bu kesitlerden gördüğüm sahnelerden dilediklerimi yeniden bir araya getiriyorum. Onları ayıklıyorum.  Bu kurgu esnasında “hayatı kurcalıyorum,” bilmediğim tatlar, lezzetler peşinde koşuyorum. Öykümü geliştirirken “dengeli bir bütünlük”  ve estetik ifade peşinde koşuyorum. Başta şiir, deneme, senaryo olmak üzere tüm anlatı türlerinden yararlanmaya çalışıyorum.

Dinle Lisa’da Mübadale’den 1990’lara kadar uzanan bir dönemde “kronolojik atlamalar” göze çarpıyor. Bunu bilinçli mi yaptınız? Örneğin, Bazı bölümlerin eksik kaldığı, karakterlerin biraz daha derinleşmesi gerektiği,  o karakterlerin ara dönem hayatlarına biraz daha yer vermek gerektiği ileri sürülebilir.

Dikkatli okur, bu atlamaların Yazar’ın bilinçli tercihi olduğunu anlayacaktır. Yukarıda değindim, “benim için romanın kendi bütünlüğü” önemlidir. Klasik roman geleneğinde olduğu gibi, bir öyküde tarihi kronolojiyi tüm ayrıntıları ile vermek bana göre artık gerekmiyor. Örneğin, Dinle Lisa’da mübadele dönemini, karakterleri biraz daha derinleştirseydim, diğer bölümlere saygısızlık etmiş, daha da önemlisi romanın dengesini bozmuş olurdum. Diğer bölümlerde de aynı yöntemi izlesem o zaman roman şimdikinin iki-üç katı büyüklüğe ulaşacaktı ki, artık kalın romanların okunamayacağı bir döneme girdik.  Amacım okurla da buluşmak. Bu nedenle romanın bütünlüğü mevcut haliyle oluştu. Ayrıca okura değer vermek gerekiyor. Kronolojik boşluklar okur tarafından rahatlıkla doldurulabilir.

Kalın romanların okumayacağı dönem derken, 21. yy romanının farklı mı olacağını ima ediyorsunuz?

Klasik roman/kitap okurlarının artık kabullenmesi gerekiyor: 21. yüzyıl “dijital çağ” ın başlangıcı. Bir önceki yüzyılın iki boyutlu “text”i yerini,  dijital dünyanın çok boyutlu “hiper text”ine şimdiden bırakmış durumda. İki metin türü arasındaki farka bakmak bile,  bu yüzyılın içinde “tüm anlatı türlerinin değişeceğini” farklı bir boyuta geçeceğini görmemize imkân verir. Hipertext çok boyutlu imkanı ile, “metin, ses, görüntü, hareketli görüntü” gibi tüm iletişim unsurların üzerinde barındırıyor. Yeni nesil çocuklar artık öğrenme faaliyetini “tablet” bilgisayarlar üzerinde yürütüyor. İki boyutlu dünyanın metinleri, ileride yeni nesle çok şey ifade etmeyecek.

Ayrıca, bu “bütünleşik anlatım” imkânı, başta roman olmak üzere bütün anlatı türlerine büyük bir zenginlik getirecek. Belki bir evi tasvir etmek yerine o evi çizerek romanın içine koyacaksınız. Dinlenen bir şarkı karşısındaki duyguları anlatırken, okur o şarkıyı da dinleyecek, bir filmin etkilendiğiniz sahnesini anlatırken, o sahneyi seyredeceksiniz. Daha da önemlisi, okur belki de “hipertext”e müdahale edecek, anlatı türünü kendine göre değiştirecek, geliştirecek.

Roman alanı nicelik ve nitelik açısından da genişliyor. Son dönemde bir yılda yazılan roman sayısı 800’ü aşıyor. Hepsini okumak imkânsız olduğuna göre, gerçek bir roman antolojisi, değerlendirmesi, eleştirisi yapmak giderek daha zorlaşıyor.  Klasik yazar, eleştirmen statüleri/kastları sarsılıyor hatta ortadan kalkıyor. Blog’lar herkesi eleştirmen olmaya davet ediyor. Yazma/Eleştiri alanı demokratikleşiyor. Bu süreç gittikçe derinleşerek devam edecek.

Bu ortamda, geleceği belli olmayan, “roman”ımla okuru sıkmamak, akıcı bir anlatım tarzıyla onu “yüreğinden yakalamak” istedim. Hazır yüreğinden yakalayabildiklerimle ise, hayatı değiştirmek için gerekli çok yakınımızda duran, “romantik ruhu”, “ütopyaları”, hasılı, bizi insan yapan duyguları farklı zaviyelerden hissettirmek istedim.

Romanınızda siyasi kimlikler ön planda; ayrıca arka planda 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinin siluetini izliyoruz. Romanınızı “siyasi roman” türüne mi sokmamız gerekiyor?

Romanların bu şekilde tasnif edilmesi ne derece doğrudur bilmiyorum.  Bir romanla ilgili niteleme, okurun “okuma açısı”na bağlı. Romanı bir Mübadele ailesinin öyküsü, bir Yahudi ailesinin öyküsü, siyasi dönem romanı, felsefi roman ya da aşk romanı olarak da okumanız mümkün. İlk okuyanlardan aldığım tepkilerden de farklı okuma örneklerini açıkça görüyorum. Romanı, tüm bu temaların ortasında şekillenen özel bir roman olarak algılamak belki daha doğru olacaktır. Romanım, mübadele travması geçirenler, Beyaz Ruslar, Komünistler, içimizde yaşayan Yahudiler gibi, yerlerinden, yurtlarından, ütopyalarından kovulmuşların dünyalarında iç içe geçmiş aşk öykülerini konu ediniyor. Eminim her okur romanın bir yerinde kendini görecektir.

Hala Dinle Lisa’ya giremedik. Romanınızda 12 Mart ve 12 Eylül dönemindeki sol hayata ince bir eleştiri görüyoruz.

Bunu sol hareketin olumlu-olumsuz yanlarını içeren her iki anlamıyla söylüyorsanız, doğrudur. Roman kahramanlarından Hüseyin’in Dev-Genç dönemi, Mine’nin hayatı bize sol hareketin “romantik” boyutunu sergiliyor. Hüseyin ve Kenan hayatlarının ikinci döneminde “hayatın kolay değişmezliği”ni kavrıyorlar.  Statüko ve değişim arasındaki gerilim hayatımızın gerçeği. Roman kahramanları sadece bu gerçeğin dillendiricisidir. Avukat Ufuk’un söylediği gibi “Gerçeği bilmek başka bir şey, onu dönüştürmek başka bir şey.”  Hala çürümüş bir toplumda yaşıyorsak, onu dönüştürmeyi beceremediğimiz ortada değil mi? Buna rağmen belirtmem gerekir ki, romanımda “küçümseyici” bir yaklaşım söz konusu değildir. Tam tersine, Hüseyin, “asıl olanın mücadele olduğu”na dikkat çeker.

Hayatın kolay değişmezliği derken, Müjgan Hanım’ın soğan böreği sırrının basitliği ifadesi bir çelişki yaratmıyor mu?

Bu ikisi içimizde bir arada yaşıyor. Yani hayat hem kolay değişmez, hem de değişmesinin sırrı basitliğindedir. Bu soru “insanların nasıl yaşamak istediğiyle” ilgilidir. Hayata boyun eğerseniz, hiçbir şey değişmez. Durup “bir dakika” derseniz ve bunu başka insanlarla birlikte söylerseniz değişmesi çok basittir. Hüseyin, Kenan, Mine, Beril, Yasemin durup, kendi algılama evrenlerine uygun biçimde “bir dakika” diyen kahramanlardır.

Rugan Ayakkabılı Teğmen’de “Resul Baba” bölümüyle tasavvuf açısından “Batıni” görüşü yer alıyordu. Dinle Lisa’da , Lisa ve ablası Kabala’nın etkisine giriyor. Batıni görüşe ilgi neden?

Rugan Ayakkabılı Teğmen’de Resul Baba, bu ilgiyi  “halkı ve hakkı buluşturmak” olarak ifade ediyordu. Batini görüş geleneksel toplumlarda, iktidarın gücüne, evcilleştirdiği resmi dine karşı, ezilen ve yoksul kesimlerin elindeki en büyük silahtır. Bâtıni zihniyetin, romanlarıma çeşitli simgelerle girmesi belki bu yüzdendir. Yine unutmamak gerekiyor, batini görüş bu topraklarda gelişen bir karşı koyuş kültürünü de içinde barındırıyor.

Beril’in sıkıntısı, Felsefe’nin çaresizliğinden mi kaynaklanıyor?

Felsefe bize hayatı anlayabilmemiz için kavramlar sunar. Ancak kavramlar hayatı tek başlarına değiştiremez. Felsefe hocası Beril, Mine’nin ölümü veya kocasının rezillikleri karşısında çaresiz kalınca, kendini ve felsefeyi sorgulamaya başlar.

Peki, Hüseyin’in  “duygu” ya “düşünce” kadar önem vermesi, dostluğu, sevgiyi ön plana çıkarmasının politik bir değeri var mı?

Politik mücadele, “en insani, en nitelikli yönetim tarzını” kurmak için sürerken, insanlar, insan ilişkileri, duygular, dostluklar tahrip oluyor. Bu yükseliş anında da böyle, çöküş anında da… Konu edebiyatın her zaman işlenecek bakir bir alanı. Romanın gerçeği; Hüseyin, yenilginin ardından “dostlarına”, “duygularına” sarılarak ayağa kalkıyor.

Hüseyin, Mine’nin örgütlü içindeki mücadelesine bakarak “acaba” diyor ancak hayata tek başına devam ediyor.

Hüseyin yenilmiş bir kuşağın temsilcisi, kendine karşı samimi olmaya çalışıyor. O devrimi “kendi küçük alanında” gerçekleştirmeye çalışıyor. Ancak örgütlü mücadeleye de saygıyla yaklaşıyor. “Mine”ye karşı duyduğu özlem de bir anlamda mücadele geleneğine duyduğu özlemle çakışıyor.

Mine’nin aşkının, Lisa’nın aşkı içinde devam etmesi! Gerçekten aşk bir başka aşk içinde devam eder mi? Aşk insanlardan bağımsız bir varlık mı?

En azından Hüseyin için böyle. Aşkın bağımsız bir varlık olup olmadığına gelince: Sınıflı toplumlar aşkı, insandan ayırmış onu “çeşitli formlara” sokmuştur. Aşkı bağımsız bir varlık gibi görme yanılsamasının altında yatan gerçek budur. Ve düşünüyorum da, belki de bu “yanılsama olmasa” aşk diye bir duygu da olmayacaktı…

Bir devrimcinin, bir fahişe ile “varoluşun en üst aşamasına geçmek için evlenmesi” gerçekçi bir yaklaşım mıdır? Gerçekten böyle bir şey olabilir mi?

Romanımda olduğuna göre gerçek hayatta da görebilirsiniz. Emin olun hayat içinde daha zengin versiyonları da vardır. Olmasa bile, “romanımda var olması” onu gerçek hale getirmiştir.

Roman hiç beklenmedik bir şekilde Yasemin’le sona eriyor?

Yasemin bize, hayatın en kötümser dönemlerinde bile hiç ummadığımız yerlerden yeniden filiz verebileceğini gösteriyor.

Son söz olarak: Aşk insana sahiden  “gerçeği” öğretir mi?

Hüseyin’in öğrenmiş olması, bize “öğretebileceğini” gösteriyor.